Halil Gündoğan
02.11.2024
TC. Devleti, özellikle de “Yeni Osmanlıcı” Siyasal İslamcı Erdoğan İktidarı dönemiyle birlikte, devletin dış politikasının desturu olagelen “yurtta sulh cihanda sulh” klasik politikasını terk ederek; “terörle mücadele” adına, hiçbir “uluslararası kurallar”, devletlerin “toprak bütünlüğü” ve “meşru hukuku”nu hiçe sayan günümüz “haydut devlet”leri siyonist İsrail ve ABD’yi de emsal alarak resmen ve de alenen, “fırsat bu fırsat” diyerek işgal ve ilhak siyaseti yürütmektedir.
Bunu yaparken de hiçbir ar haya duymadan, dünyanın gözünün içine bakarak; işgale giriştikleri ülkenin torak bütünlüğüne saygılı oldukları arsız yalanını tekrarlamaktan geri durmuyor. Malum, bu riyakârlık, siyasal İslamcıların en karakteristik özelliğidir.
Örneğin Suriye Devlet Başkanı Esad ile adeta “aile dostu” olacak kadar içli dışlı bir ilişki yürütüyorken; Ortadoğu’da baş gösteren “Arap Baharı” süreciyle birlikte, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “Eş Başkanı” olmasının bir gereği olarak birden Suriye Lideri Esad, Libya Lideri Kaddafi, Mısır Başkanı Mübarek ve Irak Başkanı Saddam baş düşman oluverdi.
Aralarında bir “terör” bahanesi de olmadığı halde, birer leş kargası misali üşüşen diğer işgalci emperyalist güçlerle birlikte, küçük bir payda kendileri kapmak adına Libya işgaline katıldı.
Suriye’deki durum ise; ilk başta, ABD’nin “BOP” stratejinin kendisine biçtiği rol gereği, Esad’ın iktidardan devrilmesine katkı sunmaktı. Bilindiği gibi bunun temel taktiği, iç karışıklık çıkararak, mevcut iktidarı teslim almaktı. Erdoğan İktidarı bunun için bugün baş düşman saydığı Rojava Kürt Özgürlük Güçleri ile bile görüşmeler yapmış ve bunları Esad İktidarına karşı kurdukları cepheye dahil etmek istemişti. Kürtler bunu kabul etmiş olsaydı, hiç kuşku yok ki bugün onların “dost güçler” dediklerinin arasında olacaklardı.
Fakat bilindiği gibi Kürt Ulusal Güçleri bu oyuna dahil olmayıp, doğan boşluktan yararlanarak, kendi özerkliklerini ilan etmeyi tercih ettiler. İşte bu aşama itibariyle, Esad gibi onlar da baş düşman ilan edildi. Esad iktidarı gibi, Kürt Özerk Yönetimi de yok edilmeliydi.
Bunun için önce ideolojik kardeşleri olan İŞİD barbarlarını, ardından diğer paramiliter besleme/devşirme güçlerini ve kendi ordusunu Kürtlerle savaşa soktu. Bahane de: “Türkiye sınırlarında bir terör devletinin kurulmasına müsaade etmemek” oldu.
Ve işte bu bahaneye sığınarak ve de “komşularımızın toprak bütünlüğüne saygılıyız” diyerek, resmiyette Suriye’nin ve esasen de Kürdistan topraklarının bir bölümünü daha böylece işgal etti. Yetmedi, oralarda gayri resmi hükümet organları, okullar vs. açmak suretiyle, fiiliyatta alenen ilhak etti. Bu işgal ve ilhakın maliyeti ve on binlerce besleme paramiliter gücün maaşları ve her türlü savaş giderleri de toplanan vergilerle, Türkiye ve K. Kürdistan halkının sırtına yükleniyor. Ve bu yük, bugün yaşanmakta olan bu ekonomik krizin de başlıca nedenleri arasında.
Yetinilmedi, bir süreden beridir de “teröre karşı sınır ötesi önleyici etkili mücadele” adı altında, resmiyette Irak toprakları sayılan ve ama esasen Güney Kürdistan’a ait topraklarda yeni bir işgal harekâtı başlatıldı. Ve yine sahadan yansıyan haberlere bakılırsa oraları da “Türkiye toprağı” olarak etiketlemek suretiyle, ilhak etme hesapları güdüyor.
Boyutlanan bu haliyle sorunun, artık daha sinsi ve daha kapsamlı bir projenin doğrudan unsurlarına dönüşmüş olduğunu söylemek pekâlâ mümkün.
Emperyalist haydutların hummalı bir şekilde dünyayı yeni bir paylaşım savaşına sürüklemekte olduğu bu süreci, galiba “Türk Devlet Aklı” da kendi lehine olacak birtakım hesaplar ile karşılamak istiyor. Öncelikli hesabın, “ülke topraklarının”, Lozan ile dumura uğrayan “Misakı Milli” sınırları dedikleri o sınırlara doğru genişletmek olduğu, rahatlıkla söylenebilir. Ki bu toprakların önemli bir bölümü zaten hali hazırda Irak ve Suriye sınırları içinde tutulan ve kısmi işgal ve ilhakın da başlatılmış olduğu Kürdistan topraklarıdır (Ki geçenlerde PKK yöneticilerinden Bese Hozat da haklı olarak, Türk Devleti’nin Güney Kürdistan’daki operasyonlarının böylesi bir stratejinin unsurları olabileceğine dikkat çekmişti. Ama galiba unutmuş olmalı ki kendisinin karşı çıktığı Türkiye’nin bu “Misakı Milli Sınırları” projesi, Öcalan’ın da projesiydi. Türk Devleti’nin emperyalist emellerini okşayan bir söylemle, mealen diyordu ya İmralı Savunmalarında: Kürdistan’ın en büyük parçası zaten Türkiye’dedir. Misakı Milli gereği diğer parçaları da Türkiye’nin toprağıdır. Kürtlerle sağlanacak bir barışla, Türkiye, tıpkı 16. Yüz yılda ki Osmanlı gibi, bölgesinin lider gücüne erişecektir… Kim bilir belki de Öcalan, kendisine has o malum kurnazlığıyla, mevcut koşullarda Kürdistan’ın toprak bütünlüğünü bu yolla, TC. Devleti eliyle sağlatmak istiyordur… Hevaller de Öcalan’ın bu tutum ve yaklaşımını muhtemelen böylesi bir argümanla izah ediyorlardır.)
İkinci hevesleri ise, çok açık ki eski “Osmanlı toprakları” dedikleri bazı Afrika topraklarına bir şekilde postu sermektir. Dillendire gelinen ve son yıllarda daha da baskın şekilde vurgulanan “kültürel miras birlikteliği” söylemi, herhalde ki salt nostaljik bir söylem olmasa gerek.
Bir diğer vazgeçilmez hevesleri ise, Enver Paşa ve diğer “Turancı” İttihatçıların yarım kalan rüyasını gerçek kılmaktır. Yani ırki hesaplarla Orta Asya ve Kafkaslarda “Türk birliği” oluşturmak suretiyle, bir nüfus alanı oluşturmaktır. Ermenilerden arındırılmış güçlü bir Azerbaycan sevda ve askeri hamlesinin arka planında işte böylesi bir “stratejik hesap” da bulunuyor.
Kardeş halkların ve ulusların kanı-canı, toprağı ve yeraltı-yer üstü zenginliklerinin gasp edilmesi demek olan bu işgal ve ilhak siyasetinin hiç, ama hiçbir haklı gerekçesi, hiç ama hiçbir kutsal amacı ve hiç, ama hiçbir meşru gerekçesi yoktur, olamaz da! Çünkü bu bir savunma, kendi yurdunu ve insanını koruma savaşı değil, tamamen işgalci, sömürgeci ve talancı bir siyasetin savaşıdır. Dolayısıyla da buna itiraz etmeli, karşı durmalı ve asla onay vermemeliyiz.
Bu tutumumuzu, tıpkı milyonlarca İsraillinin yaptığı gibi, kitlesel protestolarla her vesileyle dile getirmeliyiz. Asla unutmamalıyız: Halkın örgütlü öfkesi karşısında hiçbir zorbalık uzun süre ayakta duramaz; er veya geç, ama illa ki yıkılıp gitmeye mahkûmdur.