Halil Gündoğan
30.11.2024
Türkiye ve K. Kürdistan’da başta işçi, emekçi, küçük üretici ve çiftçiler olmak üzere milyonlarca emekli ve dar gelirli halkın yaşam koşulları artık çekilmez kertede. İşsizlik on milyonlu rakamlarla ifade ediliyor. Milyonlarca genç gelecek hayallerini yitirmiş durumda. Milyonlarca üniversiteli yersiz-yurtsuz harçlıksız ve güvencesiz. On binlerce depremzede hâlâ çadır ve derme çatma barakalarda hayata tutunmaya çalışıyor. 20 milyonun üzerindeki Kürt halkı her türlü ulusal haklarından mahrum ve talepleri katliamlar, hapis ve sürgünlerle bastırılmaya çalışılıyor. Hâlâ halay çektiği gerekçesiyle Kürtler fecir baskınlarına uğrayıp, işkenceler görüyor, hapislere atılıyor. Kürdistan’ın üç parçasına yayılmış ve yarım asırdır kesintisiz süren ve yaşanan yoksullaşmanın birinci derece nedenlerinden olan bir savaş var. Yani halkın kanı-canı ve malı pahasına hem de. Sayıları on milyonları bulan Aleviler eşit haklara sahip olabilmek için hâlâ laiklik talep eder durumda. “Toplumun yarısı” addedilen kadınlar hâlâ ataerkil sistem ve artan oranda şeriat tehdidi altında, can derdinde. “Azınlık cins” konumdaki insanların neredeyse yaşam hakları bile ellerinden alınmak isteniyor. İktidarın farklı hesap- kitaplarla ülkeye doldurduğu milyonlarca göçmen faşist-ırkçı saldırılar altında, yaşam güvencesiz durumda. Hak-hukuk ve adalet diye bir şey kalmamış, iktidar kliği kendi Anayasasını bile askıya almış ve toplum tamamen mafyatik yöntemlerle sindirilmeye çalışılıyor. Toplumun geleceği addedilen genç neslin zihni şeriatçı yeni müfredat ile ipotek altına alınmak, çalınmak isteniyor. TBMM Kürsüsünde bile ifade ve düşünce özgürlüğü kalmamış durumda. vs. vs.
Bu bilanço, halk açısından yaşam koşullarının ne denli zorlaştığının ve de artık o “çekilmez” denilen kerteye ulaştığının çıplak ifadesidir aslında. Keza bu bilanço aynı zamanda şunun da doğrudan göstergesidir: Bu tablo, bu kan emici, “ocaklar söndüren” ceberut sistemin, toplum itibarında, ciddi anlamda artık hiçbir meşrutiyetinin kalmadığının ifadesidir. Yani bütün bu olgular aynı zamanda, bu sistemin alaşağı edilebilmesi için gereken nesnel koşulların kuvvetle mevcut olduğunun da birer ifadesidir.
Fakat bütün bunlara rağmen, burada “normal” olmayıp, tuhaf olan bir durum sözkonusu: Nesnel koşullar bu denli elverişli olmasına karşın; sistem, ciddi hiçbir itiraz ve direnişle karşılaşmadan yaşamını devam ettirebiliyor! Bu, hani deniyor ya “yaşamın olağan akışına ters.” Evet bunun, gerçekten de yaşamın olağan akışına fevkalade ters bir durum olduğunun altının kalınca çizilmesi gerekiyor.
Bu durumda ivedilikle şunun sorulması gerekiyor: Peki o halde bu nasıl mümkün olabiliyor? Ya da sistem bunu neye veya kime/kimlere borçlu? Kuşkusuz ki bu sorunun bir den çok yanıtı ve muhatabı söz konusu. Bunlar hem sistem içi ve hem de sistem dışı yanıt ve muhataplardır.
Sistem içi muhataplar; başta, varlık gerekçesi iktidar olmak olan “ana muhalefet partisi” konumunda olan CHP ve diğer muhalif burjuva partileridir. Normalinde koşullar, CHP veya diğer muhalif partilerinin, ömrünü çoktan doldurmuş olan iktidardaki kliği alaşağı etmek için son derece elverişli. Keza koşullar, varlık gerekçeleri bu sistemi belli ölçüler içerisinde değiştirmek veya bir şekilde reforme ederek iyileştirmek olan “sol cenah” partiler için de böyledir. Aynı şekilde, varlık gerekçeleri işçi ve emekçilerin haklarını ve yaşam koşullarını koruyup geliştirmek olan DİSK ve KESK gibi muhalif sendikalar başta olmak üzere tüm sendikalar için de böyledir. Ve tabii daha da önemlisi, aynı şekilde varlık gerekçeleri devrimci bir tarzla bu sistemi tüm kurumlarıyla ortadan kaldırmak olan sol-sosyalist ve komünist partiler için de böyledir.
Teorik olarak olması gerekenler bunlar olmasına rağmen, ama maalesef ki pratikte ne “ana muhalefet partisi” CHP bu “bulunmaz fırsatı” değerlendirir pratik bir tutum içerisinde, ne de diğer burjuva partileri. Keza ne sendikalar ve diğer “sol cenah” partileri ve nede sol-sosyalist ve komünist partiler.
Her ne kadar ciddi bir baskı ortamı olsa da ama toplumsal dinamiklerin sindirilmiş olduğunu söylemek gerçeklikle bağdaşmaz. Örgütsüz ve öndersiz bırakılmış olmasına rağmen, özellikle bazı işçi ve çiftçilerin sergilediği militan karşı çıkışlar baz alındığın da toplumun sindirilmiş bir halde olmadığı, bilakis, pek âlâ da dinamik olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Dolayısıyla da burada sorun esasen, önderlik sıfatı taşıyan mevcut sendika ve partilerin içine yuvarlandıkları pasif, konformist sağ tutumlarıyla alakalı bir durumdur. Çünkü her şeyden önce, mevcut halleriyle bunların adeta tamamı gerek kendilerini ve gerekse de gidişatı değiştirip dönüştürme mecal ve vizyonundan yoksun. Nitekim örneğin gerek CHP içinden Ekrem İmamoğlu’nun son çıkışları ve gerekse TİP içinden yükselen itiraz ve kopuşlar, durumun aynen de böyle olduğunun adeta canlı birer kanıtı gibi. Siyasal yelpazenin farklı cenahlarında yer alan diğer kurum ve kuruluşlarda ise galiba her şey yolunda ve olması gerektiği gibi olsa gerek ki yaprak dahi kıpırdamıyor. Bunlar galiba, konformist yaklaşım ve tutumların süreç içerisinde kendilerine sağladığı “konforlu” alan ve statülerin ellerinden çıkıp gitmesini göze alamıyor.
Yani özetle, önümüzde mutlak surette aşılması gereken böylesi büyük bir sorun/çelişme var. Bunu tıpkı 1960’lı yıllardaki TİP ve DİSK (CHP açısından da “Karaoğlan”) çıkışına, 1970’li yıllardaki ’71 Devrimci Çıkışına ve ‘78’lerdeki militan kitlesel devrimciliğine, 1990’lerdeki KESK alternatifine benzer perspektif çıkışlarla, statükocu yapı ve durumun aşılmasının, sürecin özgünlüğü açısından, “tarihi bir zorunluluk” olduğu açıktır.