Halil Gündoğan
9.11.2024
Son elli küsur yılı kesintisiz olmak üzere tam yüz yıldır T.C Devleti, Kürtlere karşı adı konmamış bir savaş yürütüyor. Hem de tamamen haksız-hukuksuz bir savaş. Bir devlet resmiyeti ve tam teşekküllü ordu ve kolluk güçleriyle, kimyasal silaha varıncaya dek her türlü silahın da kullanıldığı, sivil halka karşı yürütülen bir savaş! “Savaş suçu”nun da işlendiği bir savaş…
Bir halk deyimi var, denir ki “Eğri otursak da doğru konuşalım.” Bununla anlatılmak istenenin şu olduğunu elbette herkes bilir: “Hakkaniyet adına, tereddütsüzce doğruyu ifade etmek, yüce bir erdemdir.” Bu yüce erdem adına, bu meselenin adını da dosdoğru koymak gerekiyor:
Devletin yürüttüğü bu savaş; sivil halka ve tüm değerleriyle, bütünlüklü olarak bir ulusa karşı yürütülen bir savaştır. Bir ulusu inkâr edip, yok sayma savaşıdır bu. Yani kirli ve haksız bir savaş!
Neden kirli ve haksızdır? Çünkü her şeyden önce Devletin yürüte geldiği bu savaş, bir ulusun/bir halkın, tüm ulusal değerleriyle, yok sayılmasının, topraklarının devlet zoruyla ilhak edilmiş olmasının ve her ulusun hakkı olan self determinasyon haklarının ellerinden alınarak, iradelerinin çiğnenmesinin savaşıdır.
Keza bu savaşın asla haklı bir gerekçesi yoktur. Çünkü bir halkın, bir ulusun son derece haklı talebinin silah zoruyla ve insanlık dışı, akla gelebilecek her türlü “kirli savaş” yöntem ve araçları kullanılarak bastırılması savaşıdır.
Hiçbir vicdan sahibi, T. Cumhuriyeti tarihi içinde ortaya çıkmış olan Kürt isyan ve kolektif itirazlarının durup dururken, yani sebepsiz veya haksız sebeplerle ortaya çıktığını ileri süremez. Çünkü Kürt isyan ve itirazlarının tümü, TC. Devleti tarafından, Türk ulusu lehine olmak üzere uygulanan, kendi ulusal kimlik ve benliklerinin yok sayılmasına karşı kolektif bir itirazdan ibarettir. Yani Kürtlerin bu tarihsel itiraz ve isyanlarının doğrudan sebebi T.C. Devleti’nin doğrudan kendisidir. Kuruluşundan beri uygulaya geldiği inkâr ve asimilasyon politikalarıyla Kürtlere isyan etme dışında hiçbir seçenek bırakmamıştır. Yurtlarını ilhak ederek, dilini, kültürünü, okullarını ve köy isimlerine varıncaya dek tüm diğer ulusal değerlerini yasaklayarak; ırkçı-tekçi faşizan yok sayma ve asimilasyonla zorla Türkleştirme dayatmalarıyla bu halka isyan etme dışında başka hiçbir seçenek bırakmamıştır.
Yine vicdan sahibi her sıradan insan kabul eder ki bütün bunlara karşı Kürtler, kendi ulusal hak-hukuklarına sahip çıkmakla, yerden göğe kadar haklıdırlar. İsyan ve kolektif itirazları meşru ve haklıdır. Hakları kendilerine teslim edilene kadarda bu böyle olacaktır. Yok öyle; “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak, tek dil” dayatması. Yok öyle; “Ne mutlu Türküm diyene. Türkiye Türklerindir” asimilasyonuyla Kürdü yok sayma şovenizmi.
Bu ırkçı faşist uygulamalar terk edilmedikçe bu ateşin asla sönmeyeceği 100 yıllık tecrübeyle sabit değil midir? Zorlan söndürülmeye çalışıldığı her seferinde, küllerinden yeniden harlandığı tarihi 29. İsyanla kanıtlı değil midir?
Kürtler, üzerinde yaşadıkları toprakların işgal ve ilhakçısı değil; bilakis, işgal ve ilhak edilen kendi öz yurtlarıdır. Talep ettikleri, bir başka ulus ve halkın toprakları değil; kendi topraklarıdır. Dolayısıyla da Kürtlere “bölücü” demek, koca bir sahtekarlıktan başka bir şey değildir. Türklerin; “Vatanımızı asla böldürmeyiz" demesinin hiçbir haklı yanı yoktur. Çünkü Kürtlerin, Türklerin olan vatanı bölme gibi bir dert ve iddiaları da hiç olmadı. Türk, Irak, İran ve Suriye devletleri tarafından gasp edilmiş öz vatanlarını talep ediyorlar sadece.
Yani özetle; her ulus gibi, kendi vatanlarında, kendi ulusal değerleri ve kurumlarıyla var olma meşru talebi dışında, diğer kardeş ulus ve halklardan istedikleri hiçbir haksız talebe sahip olmadılar bugüne değin. Ulusal talepler Türk’e, Arap’a, Acem’e, Alman’a, İngiliz’e, Bulgar’a, Sırp’a, Boşnak’a, Kıbrıs Türkü’ne vs. vs. reva da Kürt’e neden değil? Evet, Türk halkı ve aydınlarının, ilerici ve demokratlarının, sosyal demokratlarının ve hatta yurt sever milliyetçi ve dindarlarının kendilerine sorması gereken öncelikli soruların başında bu gelir.
Kürtlerin talepleri (hele ki PKK’nin sorunun çözümü için ön gördükleri “bağımsız Kürt devleti kurma” idealinden vaz geçip, çözüm kriterlerini Türk Devleti çatısı altında özerklik statüsü derekesine kadar geri bir pozisyona çekmişken) son derece açık ve net olarak demokratik taleplerdir. Dolayısıyla da Kürt sorunu olarak addedilen bu yüz yıllık sorun, en azından Kuzey Kürdistan parçasında, demokratik yollarla çözümünü bulabilme imkânına sahiptir.
Mevcut koşullar dikkate alındığında bunun gerçekçi ve makul tek yoluysa; Türkiye halkının Kürtlerin bu meşru self determinasyon hakkını tanıyıp sahiplenmesidir. Bu irade, güçlü bir kitlesellikle ortaya konması durumunda; isyancı Kürt güçlerinin kesinlikle bunu sahiplenip, barış için üzerlerine düşeni fazlasıyla yerine getirecekleri zaten kendilerinin beyanlarıyla sabittir. Öte yandan böylesi bir güçlü barış talebi karşısında hiçbir zorba devlet uzun süre ayak direyemez de. El mecbur barış görüşmelerine razı olacaktır. Nitekim daha dün denilebilecek kadar yakın bir geçmişte barış görüşmeleri için taraflar masaya oturmamışlar mıydı? Demek ki bu, pekâlâ da mümkündü ki denediler. Ama barış talebi kitleler tarafından çok güçlü ve örgütlü bir şekilde sahiplenilmediğinden de yararlanarak, kapıya gelmiş barış imkânı, başka hesap-kitaplarla, bizzat devlet tarafından heba edildi.
Türkiye ve Kürdistan halkı tekrardan kanlı kısır bir döngüde, kardeş kanı akıtmaya ve maddi manevi devasa bir yıkımı yaşamaya mahkûm edildi. Mevcut iktidar kana susamış bir canavar misali içte ve sınır ötesinde yeni işgal ve ilhaklarla Türkiye ve Kürt halkına yeni bedeller ödetme peşinde. Karşılıklı ödenen bedeller, sıradan insanları birbirine giderek daha bir düşmanlaştırmakta ve barış içinde bir arada yaşama ortamını daha fazla dinamitlemekte. Keza yaşanan ekonomik çöküşün başta gelen nedenlerinden biri olan bu savaş, bu gidişle halkın yaşamını daha bir çekilmez hale sokacak. Yani öyle görünüyor ki bu gidişe halk olarak bir dur denilmezse; bunlar daha iyi günlerimiz gibi görünüyor.