Şeriat tehdidi neden aktüel bir tehdittir?

 


Halil Gündoğan

3.10.2025

 

 

Kötü ve riskli iyimserlik

Şeriat tehdidi mevzusunda bazı sol, demokrat ve laik burjuva liberal kesimlerde, verili sürecin olgularıyla buluşmayan oldukça kötü ve bir o kadar da riskli bir iyimserlik havası hüküm sürmekte. İlginçtir; bu kötü ve riskli iyimserliğe sadece şu basit birkaç başat argüman yataklık yapmakta:

 

*) “Türkiye toplumunun yüz yıllık seküler ve demokratik yaşam tecrübesi var, şeriat gibi arkaik sistemlere prim vermez.”

 

*) “Tüm toplum genelinde şeriat düzeni isteyenler yüzde on gibi, küçük ve önemsiz bir oranı oluşturduğundan; şeriat düzeninin toplumsal zemini bulunmamaktadır.”

 

*) “Türkiye toplumu genelinde örgütlü şeriatçı hareket, mevcut koşullarda iktidarı ele geçirip şeriat düzeni ilan edebilecek güçte değildir.”

 

Acı yalın gerçek

Öncelikle belirtmek gerekiyor ki tüm bu vb. argümanlar soyut olup, mevcut gerçekliği ifade etmeyen, yanıltıcı argümanlardır. Çünkü:

 

a-) Hem şeriat düzeni isteyenlerin toplam nüfusa oranını ifade ettiği ileri sürülen bu rakamın hiçbir şekilde gerçek eğilim ve tercihleri yansıtmayacağını, toplum psikolojisini bilen sağduyu sahibi herkes bilebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın o ön günlerinde acaba Alman ve İtalyan toplumunun yüzde kaçı dünyayı yıkıma sürükleyecek olan faşizmin aktif taraftarı ve isteyeniydi? Ya da komünist hareketin oldukça güçlü olduğu 1960’lı yılların Endonezya’sında toplumun yüzde kaçı toplumun üzerine bir karabasan gibi çökecek ve birkaç gün içinde beş yüz bin komünisti katledecek olan askeri darbenin istemcisiydi? Ya da Türkiye ve K. Kürdistan’da yüzde 92 gibi son derece yüksek bir oranla 1982 Anayasasına onay veren toplum neyi ifade eder acaba?

 

b-) Şayet toplum, belirlenmiş ilkeler ve program zemininde  kendisini sevk ve koordine edecek güçlü önderliklere sahip değilse; orada gerek taban ve gerekse tepeden gelişecek veya geliştirilecek dayatmalar karşısında sonucu değiştirecek ciddi bir direniş gösteremediği, milyonlarca örneğiyle sabittir. Dolayısıyla da atıfta bulunulan yüzyıllık seküler yaşam ve demokrasi tecrübesi asla bir garantör dayanak olamaz. Kaldı ki Türkiye ve K. Kürdistan halkının bu yüz yıllık süreçte nasıl bir seküler yaşam, laisizm ve demokrasi tecrübesi edinebildiği ve bunu ne oranda içselleştirebildiği de ortada. Orta çağ koşullarının koyu feodal ve ataerkil değer yargılarının hüküm sürdüğü, hilafet ve şeriatın yönettiği bir düzenden, tepeden dayatmalarla getirilen seküler ve laik yaşam değerlerini ne kadar sürede benimseyip içselleştireceği ayrıca bir tartışma konusu olsa gerek. Keza dinin, devletin elindeki en güçlü yönetim enstrümanlarından biri olarak devrede olduğu (yani gerçek anlamda tam bir laisizmden de bahsedilemez), tarikatların ve resmi ve gayri resmi din okullarının, kurslarının ve on binlerce imam ve hocanın devlet görevlisi olarak, kolektif propaganda alanları olan onca camide Allah ve onun düzeni addedilen şeriat adına insanların beyinlerini istila ettiği bir realitede, acaba caydırıcı hangi kararlı laisizm taraftarı yeterli çoğunluktan bahsedilebilir? Hiç uzak yerlere ve tarihlere gitmeye gerek yok; İran örneği, acı ve trajik bir tecrübe olarak, kapı komşumuz olarak bize el edip duruyor yanı başımızda. Ya da yaşam koşullarının bunca ağırlaştığı şu süreçte bile, bir ABD projesi olan “ılımlı İslam’ın” lideri siyasal İslamcı Erdoğan’ın partisi hâlâ da yüzde 30-35 bandında seyredebiliyorsa; bunun sosyolojik ve siyaseten bir izahatının olması gerek, değil mi? Bu kitlenin ezici çoğunluğunun şeriat istemcisi olduğu ise tartışmasız olgusal bir gerçektir. Keza bu orana açıktan şeriat istemcisi diğer dinci parti ve kesimlerin oy oranları da eklendiğinde ortaya, yaptırım gücü hayli yüksek olacak bir toplumsal taban çıkar.

 

c-) “Örgütlü şeriatçı kesimin mevcut koşullarda iktidarı ele geçirip şeriat düzeni ilan edecek güçte olmadığı” tezi ise; olgusal gerçekliği ifade  etmekten uzak ve ilerici toplumsal dinamiklerin gardını bozmaya hizmet eden bir Truva Atı özelliğine sahiptir. Çünkü her şeyden önce “şeriat istemcisi örgütlü güç” denilen gücün iktidarı ele geçirme diye bir derdi yok; bu merhaleyi geride bırakalı çok zaman oldu. Onlar şimdi iktidarda olmanın gücünü de kullanarak, şeri hukuku anayasal bir çehreye büründürerek; “yasal-barışçıl geçiş” ile bunu tamamına erdirmenin uğraşındalar. CHP ve temsil ettiği kesim kurumlarına yönelik “hizaya çekme ve etkisiz kılma operasyonları” da esasen bu eksenlidir.

 

Şeriat tehdidi aktüel ve yakın bir tehdittir

İşte bütün bunları es geçerek, “mevcut koşullar ve güçler dengesi denkleminde Türkiye ve K. Kürdistan’da şeriat istemi yakın bir tehdit oluşturmamaktadır” demek, kesinlikle isabetsiz bir çıkarsamadır. Çünkü olgusal gerçekler tam aksini söylemekte: Şeriat tehdidi, siyasal İslamcı bir partinin, çeyrek asırlık iktidarı boyunca devlet aygıtını önemli oranda ele geçirdiği ve devlet ile özdeşleşmiş otoriter tek adam rejimi koşullarında düne göre bugün çok daha yakın ciddi bir tehdit özelliği kazanmıştır. “Din, milli hassasiyetler, ahlak, “dindar nesil” ve “kutsal aile” feveranlarıyla Diyanetin, Milli Eğitim Bakanlığının, RTÜK’ün, medyanın ve bizzat Erdoğan’ın kendisinin son süreçte eş güdümlü atağa geçmiş olmaları asla tesadüfü olmasa gerek.

 

Şeriat-laisizm çelişmesi günceldir

Siyasal İslamcı Erdoğan iktidarının devleti önemli oranda ele geçirmesiyle birlikte şeriat-laisizm çelişmesi keskinleşerek, günün başlıca çelişmelerinden biri halini almıştır. Öncelikle bunun önemle ve ivedilikle görülmesi gerekiyor. Çünkü aksi takdirde iktidar, “saman altından su yürütme” yöntemi ve takiye taktiğiyle, sorunsuz bir şekilde hedefine varmayı başaracaktır. Erken teşhisin hayati önemi sadece tıp ile sınırlı olmasa gerek; kuşkusuz ki toplumsal ve siyasal gelişmelerde de aynı oranda hayati öneme sahiptir.

 

Faşizmin laiki de şeriatçısı da fark etmez mi?

Gidişata ilişkin bu teşhis yapılmazsa, haliyle bunu engelleme görev ve sorumluluğu da edinilemeyecek, gelişmelerin ardından bakan edilgen seyirciler durumuna düşülecektir. Bu edilgen seyirciliği doğuran bir etmen buyken; bir diğer çok önemli etmen de öznelci solculuğun var ettiği politik sol-sekterizmdir. Bu yaklaşım da güncel taktik siyasal mücadeleyi öteleyerek, kaçınılmaz olarak seyirci pozisyonuna itekler. Örneğin kimi sol-sosyalist çevrelerin hem şeriat tehdidini güncel yakın bir tehdit olarak görmemeleri ve hem de “ha Hasan, ha Kel Hasan ne fark eder, Hasan Hasan’dır” düz mantığıyla; “ha laik Kemalist faşizm, ha şeriatçı faşizm, ne fark eder. Bunlar arasında birinden birini tercih etmek, hâkim sınıf klikleri arasındaki iktidar kavgasında birinden yana tavır almaktan başka bir şey değildir.” mealindeki tutumsal yaklaşımlarıyla, kızışan bu çelişmenin çözümünde taraf olunamayacağına hükmedilerek; tarafsız kalmak gerektiği ileri sürülmekte. Yani bu çelişmeyi halk lehine çözüme kavuşturma politik görev ve sorumluluklarının olmadığı ileri sürülmüş oluyor. Bir başka ifadeyle, şeriata karşı laisizm safında yer almayı esaslı bir demokrasi mücadelesi olarak ele almaktan uzak bir devrimci mücadelecilik anlayışıyla hareket ediliyor.

 

Laik faşizmden şeriatçı faşizme geçişte toplum yaşamı açısından kayda değer bir fark olmayacağını, dolayısıyla iki burjuva klik arasındaki bu ideolojik kapışmada taraf olunamayacağını ileri süren yaklaşımlar, muhtemelen burjuva demokrasisi ile faşizm arasında da bir ayrım görmüyorlardır. Bunlar muhtemelen örneğin 12 Eylül Askeri Darbesi koşullarındaki yaşam koşulları ile öncesi dönemin yaşam koşulları arasında da bir fark görmüyorlardır. Ya da faşist Şah rejimi ile şeriyatçı Molla rejimi arasında da bir ayrım yapmıyorlardır. “Ha laik-yarı laik Şah faşizmi, ha şeriatçı Molla rejimi ne fark eder” diyorlardır. Fark olup olmadığını o koşulları yaşayan halka mı sormak gerekiyor acaba? Şeriat düzeninin özellikle kadınlar ve diğer inanç grupları açısından nasıl bir kara zulüm olduğundan bihaber olanlar ancak böyle bol keseden “ne fark eder” diyebilme sorumsuzluğu gösterebilir.

 

Sürecin doğru taktiği

Toplumun şeriat tehdidi ile karşı karşıya olduğu bir realitede laisizm savunusuyla bunu karşılamak ve savmak hem bir demokrasi mücadelesidir ve hem de topluma, özellikle de toplumun kadınlarına ve farklı inanç gruplarına karşı devrimci bir sorumluluktur. Mevcut güçler denkleminde sol-sosyalist ve komünistler toplumun diğer demokrasi güçleriyle ittifak kurarak bu tehdidi ortadan kaldırmaya güç yettiremiyorsa; tereddütsüzce yapılması gereken, bu tehdide karşı çıkan ve direnen burjuva kliklerle de ittifak imkanını zorlamaktır. Sınıf mücadelesinin devrimci pratiği bunun yığınca örneğiyle doludur.  

 

.