Halil Gündoğan
25.09.2025
“Ahlak bekçisi
medya”
Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, “Ahlak bekçisi iktidar medyası işbaşında” başlıklı bir yazı kaleme alarak, özellikle son dönemde hız kazanmış olan bir kampanyaya kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyor. Hatırlanacağı gibi benzeri bir sorumluluğu Berrin Sönmez de başörtüsünü çıkarma protestosuyla yerine getirmişti. Bu türden örnekler yok denecek kadar az olduğundan, haliyle son derece kıymetli oluyor. Şunları dile getiriyor Faruk Bildirici:
“Sadece 20 günlük derleme bile iktidar medyasının yasakçı ve dayatmacı
zihniyetinin ‘ahlak bekçisi’ olarak gördüğü işlevi çarpıcı örneklerle kanıtlıyor.
Çare yok, bu yasakçılığı teşhir etmek, sanat ve kültür alanında özgürlükleri
savunmak da yine biz gazetecilerin görevi.
“Gazetecilerin, mesleğin doğası gereği özgürlüklerden yana olması gerekir,
ama maalesef iktidar medyası, sanat ve kültür alanındaki yasak ve baskıların
destekçisi konumunda. Hatta bazen sanatçılara yönelik linç dalgası sosyal
medyadan önce gazetecilerden başlıyor. Ardında gelsin konser yasakları, erişim
engellemeleri, soruşturmalar, gözaltılar, tutuklamalar…” (*)
Diyerek, şu çarpıcı örnekleri veriyor:
Gülşen’in sahne kıyafetleri nedeniyle “halkı
kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla tutuklanması ve ardından da 10 ay
hapis cezasına çarpıtılması. LeMan dergisinin savaş karşıtı bir karikatürünün,
“halkı kin ve düşmanlığa tahrik”,
“Müslüman karşılığı” ve “dini değerleri aşağılama” olarak lanse edilmesi
suretiyle azgın gerici bir güruhun dergiyi basıp tahrip etmesi ve ardından
çalışanlarının bir kısmının hapse atılması. Manifest müzik grubunun +18
konserinin Yeni Akit gazetesi tarafından, “Teşhirci
hayasızlara dur denilsin” denilerek haber yapılmasının ardından grup
üyelerinin gözaltına alınması ve turnelerinin yasaklanması ve erişim engeli
getirilmesi. Keza müzik grubu Sarinvomit’in beş üyesinin “dini değerlere hakaret içeren şarkı sözlerini sosyal medyada paylaşarak
halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettikleri” gerekçesiyle tutuklanmalarını “din düşmanı müzik grubu cezaevinde”
diyerek haber yapması. “Kızılcık Şerbeti” dizisinin senaristi Merve Göntem’in
ta dört yıl önceki bir söyleşisinde sarf ettiği sözlerinden ötürü gözaltına
alınması ve “fuhuşu meşrulaştırdı”
diyerek birden çok gazetede linç edilmesi. Keza Aile ve Sosyal Hizmetler
Bakanlığı’nın, “aile kurumuna zarar
verebileceği” gerekçesiyle Mabel Matiz’in “Perperişan” şarkısına yasak ve
erişim engeli getirilmesini bazı gazetecilerin, “ahlaksızlık” ve “dini değerleri tahrik etme isteği” olarak lanse
etmeleri ve İçişleri Bakanlığının da suç duyurusunda bulunması.
Yapay-zorlama
gerekçeler ihtiyacı
Yıllardır bu ve benzeri sanatçıların benzeri nitelikte şarkıları ve sahne
tarzlarının “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ettiğinin tek bir örneği dahi
yaşanmamışken; artık ne hikmetse şu son bir-iki yılda şarkıcılar birbiriyle
yarışırcasına ve adeta inadına bu tarz şarkılar yazmaya ve bu tarz kıyafetlerle
arzı endam etmeye başlamışlar. İlginç
değil mi sizce de?
Dikkat edilirse örneklerin tamamında, “Dini değerlere hakaret”, “Dini
değerleri aşağılama”, “Müslüman karşıtı”, “Din düşmanı”, “Dini değerleri tahrik
etme”, “ahlaksızlık” ve “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” şeklindeki bu ortak
gerekçeler, neyin ne amaçla yapılmak istendiğinin ve özellikle de neyin
ideolojik motivasyon alt zeminin oluşturulmaya çalışıldığının çok çarpıcı bir
ifadesi oluyor aslında.
Asıl “ahlak bekçisi”
iktidarın kendisi
Tabii Faruk Bildirici her ne kadarda bu örneklerin ve daha pek çoğunun bu
belirgin ideolojik gerekçelerle “İktidar medyasının” “ahlak bekçiliğine”
soyunmuş olma işgüzarlığı olarak ifade etmeyi tercihe etmişse de ama “iktidar medyası”
nitelemesiyle bunların zaten doğrudan iktidar görevlendirmeleri olduğunu da
ifade etmiş oluyor.
Evet kuşkusuz ki
gerek söz konusu “iktidar medyası” denilen kesim, gerek RTÜK, gerek Diyanet
İşleri Başkanlığı, gerek Milli Eğitim Bakanlığı ve gerekse mobil sokak vaizleri
ve giderek her yerde pıtrak misali çoğalarak türeyen “gönüllü ahlak bekçileri”
gibi tüm bu kesimler, AKP’nin ve ama özel olarak da siyasal İslamcı Erdoğan
İktidarının “şiddet tekelini” elinde bulunduruyor olmanın da büyük cüretiyle
startını verdiği “kutsal davanın” kolektif icraatlarıdır. Tüm faşist diktatörler, Gobels’in o
kötü ünlü şiarını kılavuz edinir: “Emrime vicdansız bir medya ver; sana
‘hipnoz’ edilmiş bir halk sunayım”
İşte dinci faşist şef Erdoğan da basının algı oluşturma ve manipüle
etmedeki bu etkin gücünü kullanarak, kurguladığı şeriat sistemini
yerleştirmenin, tabiri caizse, alt zemin çalışmasını yapıyor. Daha önce de
ifade ettiğimiz gibi iktidarın hedeflediği bir diğer esaslı muradı da yeni
anayasada şeri hukukun da yer alabilmesini kolaylaştırmak için, her vesileyle
sarıldıkları “millet iradesini” bu türden yoğun ve baskın propaganda ile
oluşturmak istiyorlar. Oluşacak iradenin toplumun kaçta kaçını temsil ettiğinin
ise hiçbir önemi olmayacaktır, yeter ki emsal gösterecekleri tarzda bazı pratikler
elde etmiş olsunlar. Bu kadarı onlara “milletin iradesini tecelli ettirmek”
için yeterli gerekçeyi sunuyor olacak nasılsa.
Toplum korkuyla
teslim alınmak isteniyor
Faruk Bildirici’nin isabetli bir şekilde “ahlak bekçisi” olarak nitelediği
“iktidar medyası” işte esasen siyasal İslamcı iktidarın bu “kutsal davasının”
saha misyonerleri olarak hizmet görmekte. Toplumdan gereken caydırıcı tepkiler
yükselmedikçe de bu “ahlak bekçileri” daha bir çoğalıp çeşitlenerek, azgın bir
şekilde topluma korku salmaya ve böylece edilgen bir çaresizlik hali üreterek,
boyun eğmeye zorlayacakları ise, benzeri geçiş pratikleriyle sabittir.
Asıl yapılmak
istenen ve gelinen aşama
Şunu bir kez daha altını kalınca çizerek ifade etmek gerekiyor: İktidar cenahı son dönemlerde dikkat çekici
bir şekilde toplum yaşamını dini esaslar üzerinden dizayn etmeye hız vermiş
durumda. Bunu son birkaç yıldır ağırlıklı olarak özellikle Millî Eğitim
Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, medya ve mobil sokak vaizleri aracılığıyla
çok sistematik ve eşgüdümlü bir “toplumsal mühendislik” yöntemiyle yapmakta. Bütün
bunlar ise şunu gösteriyor: Siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, değişim için
artık son düzlüğü koştuğunun varsayımıyla hareket ediyor.
Bu gidişata şimdi
değilse ne zaman “dur” diyeceğiz acaba?
Toplumun ilerici-demokratlarının, laisizm ve demokrasi istemcilerinin,
sol-sosyalistleri ve komünistlerinin tabii ki bir şekilde bunu farkında olduğu inkâr
edilemez. Bu önemli de elbette. Fakat daha da önemlisi ve belirleyici olanı
ise; bu farkındalığın boyut ve niteliğidir. Bunca aleni uyarana rağmen
gösterilen reaksiyonlara bakılırsa, bütün bunların pek de ciddiye alınmadığı
gibi bir tablo var ortada. Yani adeta Nazım Hikmet’in “koyun gibisin kardeşim”
metaforuyla ifade ettiği şu Ortadoğu halklarının DNA sına işlemiş o lanet olası
“kaderci” bekle gör halleri... Ve öyle görünüyor ki en azından böylesi hayati
bir konu özgülünde toplumun en dinamik kesimleri olması gereken sol-sosyalist
ve komünistleri başta olmak üzere ilerici-demokrat çevreleri ve özel olarak da
Aleviler ve kadınlar da muzdarip ki ortada toplumsal tepki adına kayda değer
hiçbir tepki örgütlenmiyor. Oysa işin hafife alınır hiçbir yanı yok! Şayet bir
an önce derlenip toparlanıp güçlü bir toplumsal tepki örgütlenmezse; maalesef ki
İŞİD zihniyetli “ahlak bekçileri” kendilerine sağlanacak anayasal güvencelerle de
toplumsal yaşamı gönüllerince dizayn etmelerini engelleyebilecek başka hiçbir
engelleri olmayacak.