Halil Gündoğan
17.10.2025
Alevi açılımı
ihtiyacı
Öyle anlaşılıyor ki dinci-ırkçı iktidar bloğunun yeni bir “açılım” hamlesine daha ihtiyacı var. Malûm olduğu üzere ilki, esasen bölgesel gelişmelerden hareketle, bir devlet projesi olarak geliştirilen “Kürt açılımı” idi. İkincisiyse, esasen iç siyasi dengeler üzerinden ihtiyaç duyulan, bir iktidar projesi olarak geliştirilen “Alevi açılımı”dır.
Olgular ve yaşana gelen tarihi gerçekler merceğinde sorgulandığında, bu her iki açılımın da iç siyasette, farklı toplumsal kesimler üzerinden geliştirilecek yeni ittifaklar ile iktidara toplumsal dayanak oluşturarak ömrünü uzatma amaçlı olduğu rahatlıkla görülebilir. Yani iktidarın derdi, tıpkı önceki iktidarlarda olduğu gibi, ezilen ulusa, ezilen inanç gruplarına ve ezilen cinse karşı ta yedi ceddince uygulana gelen baskı, zulüm ve sömürüye son vererek onlara en temel demokratik haklarını tanımak değildir. Onların tek derdi hep şu olmuştur: Bu kesimleri hâkim ulus, cins ve inanç lehine baskı altında tutarak ezip sömürmek ve egemenin saltanatını sürdürebilmesinin elverişli aparatı olarak kullanmak.
Alevi sorunu
İddia edildiğinin aksine, tüm diğer dinler gibi İslam dini de istilacı,
işgalci ve hegemonik bir dindir. Kendinden önceki tüm inançlara karşı cihat
açmış ve onları kılıç zoruyla “hak dini” dedikleri Muhammed’in dini öğretisi
olan İslam’ı kabul etmeye zorlamıştır. Yola gelmeyenleri ya yok etmiş ya da
“sapkın” ilan edip, her fırsatta katli vacip saymıştır. Bu tekçi ve tahakkümcü
zihniyet öylesine katı ve gaddardır ki süreç içerisinde yorum farkıyla merkeze
ters düşen farklı İslami akım ve fraksiyonları da aynı şekilde sapkın ve katli
vacip olarak ilan etmiştir. Nitekim Muhammed’in damadı ve baş silahşörü de olan
Hazireti Ali’in çocukları ve yakınları Kerbela denilen yerde susuzluğa mahkûm
edilerek katledilebilmişlerdir. Bu süreçle birlikte Ortodoks İslam ile
yollarını ayıran Ali taraftarı Şiiler arasında yüz yılları bulan düşmanlık
bugün bile hâlâ aynı kindarlıkla devam ediyor.
İslam öncesi kadim inanç gruplarından biri olan Alevi inancı da “sapkın”
ilan edilmiştir. İslam dininin kurucu önderi Muhammet ve onun baş komutanı
Ali’yi kutsalları arasına almaları da Alevileri bu “katli vacip sapkınlar”
kategorisinden çıkarmaya yetmemiştir. Aleviler siyasal İslam sisteminin
özellikle halifeliğin Osmanlı padişahlarına geçmesi süreciyle birlikte, sürekli
bir şekilde kıyım ve toplu katliamlara maruz bırakılmışlardır. Bu kitlesel
toplu katliamların tarihe geçen en büyüğü ise padişah Yavuz Sultan Selim
emriyle gerçekleşmiştir. (Hani bugün ki iktidarın, Alevi kurumlarının onca
itirazlarına rağmen adını gurur ve nispet yaparcasına bir inatla İstanbul Boğaz
Köprülerinden birine verdiği şu Kızılbaş düşmanı, eli kanlı Yavuz Sultan
Selim.)
TC’nin kuruluş sürecinde halifelik ve şeriat sistemine son verilmesi, başta
Aleviler olmak üzere diğer pek çok azınlık inanç gruplarının yeni sistemi bir
kurtarıcı olarak görüp sahiplenmeleri sonucunu doğurmuştur. Öyle ki Atatürk,
Dersim katliamının baş mimar ve sorumlusu olmasına rağmen, Aleviler yine de
Atatürk “kara sevdasından” vaz geçmeyerek, ona tutunmaya, onun gölgesine
sığınmaya devam edegelmişlerse; bunun temel nedeni Atatürk’ün o yarım yamalakta
olsa cumhuriyet sisteminin temel ilkelerinden biri olarak anayasaya yazdırmış
olduğu laiklikle özdeş görülmesinden ötürüdür.
Evet, her ne kadar da görünüşte halifelik ve şeriat kaldırılmış olsa da ama
hem şeriat isteyen oldukça güçlü bir toplumsal kesim mevcudiyetini korumakta ve
hem de Sünnî İslam, bir devlet dini olarak hükümranlığını Diyanet İşleri
Başkanlığı resmi kimliği altında sürdürmeye devam etmekte. Dolayısıyla da temel
bir demokrasi ilkesi olarak anayasada yer alıyor olsa da ama bütün bunlardan
ötürü laisizm, özellikle de Alevi toplumu algısında asla düşünce ve inanç
özgürlüğünün bir teminatı olarak yer edinmemekte. Laisizmin bu dramatik durumu
karşısında, “denize düşen yılana sarılır” çaresizliğiyle, Aleviler nazarında Atatürk
yine de ehveni şer bir “koruyucu” otorite olarak yer edinir.
Atatürk’ün kişi olarak laisizmi benimseyip savunması başka bir durum, ama
gerek Kürt ve gerekse Türk toplumunun sosyolojik realitesi başka bir durum.
Nitekim bu her iki kesimin ve ama özellikle de Kürtlerin bağnazlık
derecesindeki şeriat istemcisi pozisyonunda olması, Atatürk ve yakın
kurmaylarına geri adım attıran belirleyici etmendir. Yani yarı veya çarpık
laisizm garabeti de işte tamamen bu sosyolojik durumun eseridir.
Buradan da anlaşılacağı gibi cumhuriyet sistemi görünüşte şeriatı
kaldırmışsa da ama laisizmi hâkim kılamadığından; sunni İslam, toplumun farklı
din ve inanç grupları üzerindeki o baskıcı ve yok edici hükümranlığını
sürdürmeye devam etmiştir. Nitekim Aleviler, yine yok edilmesi gereken
“sapkınlar” olarak muamele görmüşlerdir. İnançsal kimliklerinden ötürü
defalarca kez teker teker ve toplu kıyımlara maruz bırakılmışlardır. İbadet
haneleri hâlâ da yasaklıdır örneğin. Keza devletin resmi dini olan sunni İslam
nazarında Alevilik hâlâ ve ısrarla ayrı bir inanç olarak görülmeyip, ilk
okullara kadar indirilen “zorunlu din dersi” vb. bir yığın uygulama ve fetvalar
yoluyla asimile edilmeye ve “hak dinine” eklemlenmeye çalışılmaktadır vs. vs.
Alevi sorununu
cemevi kıskacına alma oyunu
Siyasal İslam’ın iktidarda olduğu ve toplumsal yaşamın şeri hukuka göre
düzenlenebilmesi için dört koldan hummalı bir gayretle çalışıldığı bu süreçte,
eli yüzlerce Alevi kanına da bulaşmış ırkçı-faşist MHP lideri Bahçeli’nin “cemevi
resmi olarak ibadet hane sayılmalıdır” çağrısı ve keza cemevi yapılması
koşuluyla kendi özel mülkü bir arsayı bağışlaması (Tabii bu bağışın kabul
edilmesinin Aleviler adına ne kadar utanç verici bir onursuzluk örneği olduğunun
da altını çizmek gerek) manidar olduğu
kadar, son derece iki yüzlücedir de. Çünkü her şeyden önce dertleri asla Alevi
sorununun çözümünü sağlamak değildir. Zaten “çözüm” olarak öngördükleri “cemevinin
ibadet hane olarak kabul edilmesi” ile Alevi sorunu çözülmüş olmayacaktır.
Çünkü bu sorun her şeyden önce katışıksız bir demokrasi sorunudur. Yani bir
başka ifadeyle düşünce ve inanç özgürlüğü sorunudur. Yaşamın bu kesitinin,
şiddet tekelini elinde bulunduran devletin dini tarafından dizayn edilmekte
olduğu, keza siyasal İslam’ın, dini bir yönetim enstrümanı olarak kullandığı,
Diyanet İşleri ve Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlarca yaşamın her kesitinin sunni
İslamcı değer yargılarına göre şekillendirilmek istendiği koşullarda zaten
diğer inançlara ve ama özellikle de Alevi inancına her hangi bir yaşam alanı
kalmayacaktır. Dolayısıyla da cemevinin resmi ibadet hane olarak kabul
edilmesi, Alevilere düşünce ve inanç özgürlüğü sağlamayacağı gibi, sunni
İslamcı tahakküme son vererek, onları eşit statülü de kılmayacaktır. Bu
statünün nasıl olacağını Bahçeli’nin: “Cumhurbaşkanının iki yardımcısından biri
Kürt, diğeri de Alevi olsun” şeklindeki bu sözleri gayet açık bir şekilde
ortaya koyuyor da. Yani kısacası bu ırkçı-faşist zihniyet, Kürt ve Alevi’ye
ancak ki ağanın marabalığını layık görüyor. Tamamen statüsüz bir durumla
mukayese edildiğinde, elbette marabalık da bir statüdür, değil mi?
Bir kez daha anlaşılıyor ki söke söke almadıkça, hâkim ulus ve dinin
devleti sana işte ancak ki kendisinin marabalığını layık görür. Ve bunu da
büyüklüğünün ve de ulu hakkaniyetinin nişanesi olarak taktim ederek,
karşılığında da şükran ve biat bekler. Nitekim bekledikleri, üstenci kibirleriyle
sabittir de.
İktidarın güncel
maksadı
İktidar bloğunun Alevi sorunun yukarıda altı çizilen özünü maharetle es
geçip sorunu, cemevlerine ibadethane statüsü kazandırılması parantezine alması
ve bunu da topluma sorunun çözümü olarak sunmasının güncel arka planını
oluşturan gerçek neden ise aslında tam olarak şudur: Alevileri de bununla
tavlayıp, mümkünse en azından bir kesiminin siyasi desteğini almak ve keza hiç
olmazsa bir kısmını da CHP’den uzaklaştırarak, dolaylı bir seçim desteğine
dönüştürmek… Yani anlayacağınız sorun işte böylesine de tipik bir esnaf zihniyetiyle
ele alınmakta.
Gerçek çözüm talep
edilmeli
Başta Alevi kurumları olmak üzere, tüm devrimci demokrasi güçleri ve
kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan kesimler, Alevi sorunun gerçek çözümünün
sağlanabilmesi için, sahte ve yapay aldatmaca çözüm vaatleriyle de olsa, sorunun
bizzat iktidar tarafından öncelikli gündemler arasına sokulmuş olma durumunu da
“fırsat” sayarak, iktidar bloğunun bu “açılım” taktiğine, organize toplumsal
bir hareket olarak yanıt vermenin tam zamanı şimdi değilse, ne zaman?
Öyle ahım şahım, dört başı mahmur manifestosal taleplere de gerek yok.
Basit ve ama sorunun omurgasını oluşturmaya şu talepler fazlasıyla yeterli
gelecektir:
*Dinin bir siyasal enstrüman olarak kullanılmasına son verilmeli
*Din, amasız fakatsız olarak kesin bir şekilde kamusal alan dışına
çıkarılmalı.
*Diyanet İşleri Başkanlığı derhal kapatılmalı. Devlet, bir yönetme
enstrümanı olarak dini siyasallaştırmaya derhal son vermeli.
*Zorunlu din dersi uygulamasına ve dindar ve kindar nesiller yetiştirme
projesine derhal son verilmeli
*Eğitim-öğretim müfredatında dini değerler değil, bilim rehber alınmalıdır.
*Devlet, her bireyin kendi inancını özgürce yaşamasının teminatını
sağlamakla mükelleftir.
İşte bu ve benzeri sorunların giderilmesi durumunda Alevi sorunu da siyasal
İslam ve şeriat sorunu da doğal mecrasına çekilerek, sorun olmaktan
çıkacaklardır.
