Halil Gündoğan
5.03.2025
Çağrının esas
muhatabı
Öcalan, koşullar yeterince olgunlaşsın diye uzun süredir bekletilen çağrısını nihayet yaptı. Kamuoyu ile paylaşılan çağrının başlığı, bilindiği üzere; “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” idi. Ancak bu başlığa rağmen çağrı, öncelikle konunun tüm muhataplarına yapılmış bir çağrı değil. Keza, Kürt tarafının onurunu incitmeyecek ve temel konularda ulusal mağduriyetini giderecek adil bir barışın sağlanması çağrısı hiç değil. Çağrının ikinci konusu olan “demokratik toplumun” oluşturulması çağrısı da değil. Çağrı, devlet yetkililerinin her birinin ağzından düşürmediği o egemen zorbalığın sesiyle: “Ya koşulsuz silah bırakırlar ya da silahlarıyla birlikte toprağa gömülürler” tehditleri eşliğinde, tek taraflı olarak esasen PKK’ye yapılmış bir çağrıdır.
Çağrının, peşrevsel
ısınma turları dışındaki bütün mahiyeti
Buna ilişkin olarak aynen şöyle diyor Öcalan: “Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin
gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi
toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.”
(İlgili çağrı.) Evet, çağrının bütün mahiyeti budur. O bir çuval dolusu onca
tarihi ve felsefik peşrev de bunu söyleyebilmek içindir.
Çalınan minareye
kılıf biçmek
Tabii hiç kolay değil dört parçaya bölünmüş ezilen bağımlı bir ulusun
ulusal haklarını, hükümran pozisyonda bulunan egemen ulusun egemenliğini
perçinlemek amacıyla teoriyi yeniden kurmak. Hiç kolay değil, bugün sahip
olunan her şeyini sağlayan, yarım asra yaklaşan ve on binlerce cana mal olan o
mücadelenin, aslında tamamen Kürt-Türk ittifakını “parçalamayı esas gaye edinmiş” (i.ç) emperyalistlerin
kışkırtmasının sonucu olduğunu, yani tamamen tarihi bir hata olduğunu ifade
edebilmek için teoriye taklalar attırmak. Ve tabii hiç kolay değil Kürtleri
buna razı etmek için uygun “makul” gerekçelendirmeler yapabilmek… Takdir etmek
gerekir ki “çalınan minareye kılıf uydurma” işinde Öcalan hep en yetkinlerden
ola gelmiştir. O, bu özelliğiyle, elbette iyi bir burjuva siyasetçisi olabilir.
Fakat iyi ve sağlam bir dava insanı olmadığını da gerek uçakta sarf ettiği o utanç
verici sözleri ve duruşuyla, gerek mahkemedeki savunmasıyla ve gerekse kendi bu
pespaye duruşunu meşrulaştırmak için, düşman karşısında ölümüne dik duran nice
devrimcinin anısına saygı duyma gereği dahi göstermeden onların tutum ve
yaklaşımlarını “kaba direniş çizgisi” olarak küçümsemesiyle ve daha bir dizi
tutum ve yaklaşımıyla zaten ortaya koyuyor da.
Söylemek istediği
tam olarak şudur:
Bunun yapılması halinde, Devletin elinden savaş enstrümanı alınacak ve Türk
Devleti, askeri anlamda karşısında savaşacak güç bulamayacağından; doğallığıyla,
savaş da sona erecek. Böylelikle de en kestirme ve en “yaratıcı” yolla Kürt-Türk
barışı sağlanacak ve bin yıllık kardeşlik hukuku egemen kılınacak. Nitekim
ilgili çağrıda bunun mantıksal arka planı da aynen şu ifadelerle hazırlanıyor: “1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve
Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için
gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.”
(i.ç) “tarihsel ortak hafızamızın” da öğreticiliğiyle; “Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas
gaye edinmiştir. (Bununla, PKK tarihi ve öncülük ettiği “en uzun son isyan”
dahil, ulusal hak istemli tüm diğer isyan ve zulme karşı meşru direnişler ve
keza sömürgeci, işgal ve ilhakçı ve koyu asimilasyoncu tutumuyla Kürtleri
isyana mecbur bırakan ve ardından da bu isyanları bastırma adına “bin yıllık
kardeşlerini” boğazlayan Türk Devletinin kendisi de aslında hiçbir gerçekliği
bulunmayan bu kurgusal “tarihsel Kürt-Türk ittifakını” parçalamayı esas hedef
alan “kapitalist modernitenin” aleti ve piyonu olmuş olmuyor mu acaba? Bn.) (…) Günümüzde çok kırılgan hâl alan
tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde (…) yeniden düzenlemek esas görevdir.”
(i.ç)
Yanıltma amaçlı
kurgusal tarihi arka plan
Öcalan’ın bahsettiği bu “Kürt-Türk kardeşliğinin”, aslında tarihsel hiçbir
gerçekliği bulunmamaktadır. Keza “ortak tarihlerinin” hiçbir kesitinde de asla
eşit haklara sahip bir kardeşlik hukukuna sahip olmamışlardır. Bilakis Türk
tarafı hep egemen ve ayrıcalıklı olup, diğerini her yönüyle ezip sömürmüş,
katliamlardan geçirmiş ve dönem olmuş varlığını dahi inkâr etmişken, tarihsel
gerçeklik tamamen buyken; ezilen ve hak yoksunu bırakılmış bir tarafın
temsilcilerinden biri olarak Öcalan, acaba böylesi bir ilişkiyi “yeniden düzenlemeyi” neden “ESAS GÖREVİ” edinir?
Şayet yaşanmakta olan sürecin olguları, tarihte birkaç kez görüldüğü gibi, tarafları
yeniden ittifak kurmaya mecbur bırakıyorsa; bunun gereğince davranmak, elbette siyaseten
yanlış olmaz. Gerekçeleri ortaya konularak, aralarındaki savaşa bir mola verip,
ortak dış düşman veya düşmanlara karşı aynı safta buluşulabilir. Bu, son derece
makul ve anlaşılır da olur. Ama hem ortada böylesi bir ortak dış düşman
gerçekliği yok halihazırda ve hem de yukarıda ifade edildiği gibi böylesi bir
kardeşlik ilişkisi yok.
Öcalan’ın boyun
borcu mudur Türk Devleti’nin “ulvi çıkarlarına” hizmet?
O halde Öcalan’ın derdi ne ve daha da önemlisi niye Türk Devleti’nin hiç de
aslı bulunmayan “ortak dış düşman” kurgusunda ve “Türkiye Türkiye’den büyüktür”
emperyal emellerinde rol talep ediyor? Neden onu bölgenin lider ülkesi yapmayı
kendisine bir “boyun borcu” yapıyor? Neden ulusunun düşmanı olan Türk
Devleti’nin düşmanlarını taktik olarak kendi “dostu” olarak görüp, onlarla
ittifak kurup, kendi ulusunun çıkarlarını öncelemiyor da kendisine ulusal
haklarını vereceği sözleşmesi de yapmayan Türk Devleti’nin stratejik
çıkarlarını ve “bekasını” önceliyor? Bütün bu sorular sorulmak ve mantıklı
makul yanıtları da alınmak zorundadır. Bu sorumluluk başta yurt sever Kürtler
olmak üzere tüm sol-sosyalist ve komünist kesimlerindir.
Öcalan hazretlerinin buyruklarını, tıpkı “dini bütün müminlerin” “tanrı
kelamını” sorgusuz sualsiz kabul edip, huşuyla hayata geçirme gayreti, başlı
başına sorgulanması gereken psikososyal bir garabet halidir.
Devlet neden ısrarla
“barış” ve Kürt-Türk ittifakı istiyor?
Devlet, sözüm ona bu barış ve ittifakı, T.C tarihi boyunca “kapitalist modernitenin”
oyununa gelmiş olmaktan ve Kürt-Türk ittifakının bozulmasında birer maşa olarak
kullanılıyor olmaktan ötürü özür dileyip, Kürt-Türk ittifakını yeniden tesis
etmek için istiyor değil. Uluslararası sahada sıkışıp dara düştüğü yeni bir
paylaşım savaşı tehdidi altında, dört parçadaki Kürtleri kendi safına çekip,
bölgesel denklemde konumunu güçlendirmek maksadıyla, evet tamamen bu maksatla
yeniden Kürt-Türk ittifakı kurmak istiyor. Bu, hiçbir demagojik çarpıtma ve
manevranın örtemeyeceği bir gerçekliktir.
Öcalan’ın etkin rol
ve işlevi
İşte Öcalan, devletin tamamen bu maksatla kendisine getirdiği bu tarz bir “barışmayı”,
kendi örgütü ve yıllardır ulusal hakları için bedeller ödeyen halkının kolektif
iradesini de yok sayarak; Devlet adına yetkili kılınan görevlilerle baş başa
vererek, tipik bir otoriter şef keyfiyetciliği ve darbeciliğiyle kabul etmiş
görünüyor. Gerçi bunda şaşılacak bir yön de yok. Çünkü Öcalan, aktüel emsal
örnek olan Erdoğan’ın yetkileriyle kıyaslanmayacak oranda çok daha katı
merkeziyetçi bir yönetim tarzıyla hükmediyordu örgütüne. O, kolektif merkezi
önderliğin fonksiyonunu kendi şahsında tek başına üstlenmenin ifadesi olan:
“Önderlik” payesine sahip, her halde dünyada ki tek örnektir de.
Tabii bu, aslında belki de başlı başına ele alınıp, bilimsel olarak analiz
edilmesi gereken bir aşka tez konusudur da. Ama yine de belki şu yönüne vurgu
yapılabilir: Genel olarak demokrasi bilinci geri arkaik ataerkil toplumların ve
özel olarak da yüz yıllardır baskı ve tahakküm altında tutulan bir toplumun
sosyal psikolojik gerçekliğiyle de alakalı bir durum olsa gerek.
Bu, normal bir barış
çağrısı değil.
Bu çağrı, sunulduğunun aksine, öncelikle olağan-normal bir “barış çağrısı”
değil. Çünkü barış, savaşan, kavga eden veya çatışan tarafların karşılıklı
istemiyle savaşa veya çatışmaya son verme iradesini gerektirir. Barışma isteği
taraflara karşılıklı birtakım zorunlu yükümlükler getirir. Keza bu türden ağır
vakalarda, bu yükümlülüklere uyulmasını denetleyen “garantör güçler” de devrede
olur, vs.vs.
Bütün bunlar için taraflar öncelikle bir ateşkes iradesi ortaya koyar.
Ardından da savaşı barışa çevirebilmek için neden artık savaş değil de barış
istediklerini ortaya koyarlar. Bu zeminde yapılan tartışmalar neticesinde bir
sonuca varırlar. Barış iradesi oluşmuşsa; barış anlaşması yazılır ve
garantörler tanıklığında, karşılıklı olarak imza edilir ve kamuoyuna deklere
edilir.
Peki böyle bir süreç söz konusu oldu mu? Hayır, olmadı. Peki o halde ne
oldu? Daha önceleri şiddetle karşı çıkılan, “Devlet aklının” temsilcileri ile
Öcalan arasında kapalı kapılar ardında uzunca bir süreden beridir kotarılan
“yeni bir paradigma” olduğu savına, bugün artık karşı çıkan kalmadı gibi.
Ve bugün artık çok daha açık bir şekilde görülüp anlaşılmaktadır ki bu
süreç ve bu “yeni paradigma” PKK kadro ve taraftarlarının iddia ettiği gibi
Öcalan’ın önderliğinde değil; bizzat ve doğrudan “devlet aklının” önderliğinde
başlatılmış ve de sürdürülmektedir. Öcalan ise, bizzat kendi beyanıyla,
devletin bu “yeni paradigmasına” ve dolayısıyla da “yeni sürece” olumlu yönde
katkı sunma ve sürecin başarısı için kendisine yüklenen rolü layıkıyla yerine
getirme konusunda devletle anlaşmış durumdadır. Çünkü “devlet aklının” Öcalan’a
götürdüğü “yeni paradigma” dedikleri şey esasında, ana hatlarıyla, Öcalan’ın
“Demokratik Cumhuriyetle Birlik Projesi” nde devlete yaptığı teklif esas
alınarak hazırlanmış bir projedir.
Öcalan’ın gönlünde
2. İdris-i Bitlisi olmak var galiba (*)
Öcalan’ın, Türk Devletinin stratejik çıkarlarını merkeze alan “Misak-ı
Millici Çözüm Projesine” ta Özal ile yapılan görüşmelerden beri, fazlasıyla
yatkın olduğu bir sır değil… Tutsak düştükten sonraki sürecinde ise devlete
hizmeti ve egemen ulusun egemenlik ayrıcalıkları lehine, ezilen bağımlı ulus
olarak Kürtlerin egemenlik haklarını inkâr etmeyi düşün dünyasının merkezine
koyduğu da gerek İmralı Savunmasında ve gerekse özel olarak “Demokratik
Cumhuriyet İle Birlik Projesi” adı verilen çalışmasıyla ispatlıdır. Nitekim
bunu, son çağrı metninde de işleyecek kadar, kendi yeni rotasının tayin edici
argümanı olarak görüyor. Sonradan kendisine empoze edilen bu inkâr esaslı
felsefik bakışını da hâkim ulus milliyetçiliğiyle fingirdeşen şu ibretlik
argümanlarıyla teorileştiriyor: “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu
olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler,
tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” (İlgili çağrı).
Öcalan ideolojik
olarak artık çoktandır karşı cepheden ses veriyor
Yerden göğe kadar haklı olarak sormak gerekmez mi? Peki Öcalan yukarıya
aktarılan bu durum saptamasını niye sadece ezilen-bağımlı veya sömürge veya
işgal ve ilhak edilmiş uluslar için söz konusu yapıyor? Oysa madem bu
argümanlar Kürt-Türk ittifakını yüzyılı aşkın bir süredir baltalayıp yıkmak
isteyen “kapitalist modernitenin” hileli argümanlarıdır; Türk-Kürt kardeşliğine
yeniden ihtiyaç duyarak ayağına gelen egemen ulus olarak Türklerin devlet
yetkilerine, niye bunlardan vaz geçerek eşit kardeşlik hukuku zemininde bu
kardeşliği yeniden kurmayı şart koşmuyor? Madem emperyalistlerin oyununu
bozmaktır Devlet- Öcalan ittifakının muradı ve büyük kutsal davası, o halde
önce buradan başlamaları gerekmez mi?
Ama uzunca bir süreden beridir Öcalan’ın derdinin bu olmadığı ortada. Onun
derdi, kendisine görev edindiği Kürtleri eşit kardeşler statüsüne getirerek
barış içinde bir arada yaşamanın formülünü bulmak değil. Onun derdi ve misyonu,
K. Kürdistan Kürtlerini “eşit anayasal vatandaşlık statüsü” ve yerel yönetimler
özerkliğiyle çerçevelenen ademi merkeziyetçi bir “çözüm formülüyle”, diğer
parçalardaki Kürtleri de mevcut konjonktürün de elvereceği uygun bir formülle egemen
ulusa entegre etmektir. Bunun bir boyutunu, PKK’ye yaptığı çağrıda şu sözleriyle
ifade ediyor da zaten: “(…) devlet ve
toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın (…)”
Öngörülen “Kürt-Türk
ittifakı”, Türk Devleti’nin emperyal hedeflerinin aracıdır
Gayet tabii ki Türk Devleti sadece bunun için “Kürt-Türk İttifakının” peşinde
değil. Tabii ki ihtiyacı duyulan “iç cephenin tahkimatı” bağlamında da buna
ihtiyacı var. Fakat bundan daha belirleyici olan ise; Bölgesel denklemde kurucu
rol üstlenmek ve olası “İsrail-Kürt ittifakının” oluşmasının önünü almak için bu
ittifaka ihtiyaçları var. Zaten “barışın” Kürt Ulusal Hareketi bileşenleri
açısından esas cezbedici “gizli” yanı da bu boyutudur: Sahadaki güçler denklemi
üzerinden güncellenecek yeni bir “entegrasyon” formülüyle Güney ve Batı
Kürdistan yakın bir gelecekte, Doğu Kürdistan ise İran’dan kopuşuyla birlikte Türk
Devletinin himayesine alınacak. Buna belki, İsrail’in hamlelerine bağlı olarak,
HTŞ ve bileşenlerinin denetimde kalacak olan Sünni Arap kesimi de dahil
edilebilir. Yani en azından kurgulanan senaryonun bu olduğu, rahatlıkla
öngörülebilir diyelim. Evdeki hesabın çarşıya ne oranda uyup uymayacağı da
elbette ki sahadaki gelişmeler tarafından belirlenecek. Hani Öcalan diyordu ya:
“Ya benim çözümüm ya da ABD’nin.” Tabii bu, basit bir caka atmaktan ibaret olsa
da ama mevcut güçler denkleminde ABD’nin olurunu alamayan bir projenin, şayet
diğer büyük emperyalist güçlerin belli başlılarınca, örneğin ayrışma emareleri
giderek belirginleşen İngiltere, Fransa ve benzerlerinin açıktan desteğini
almazsa, şansının olmayacağını Öcalan-Türk Devleti ittifakı da gayet iyi
biliyor olsa gerek.
Özetle, yani devletin ihtiyacını duyduğu bu tarz bir “barış”, çok önceden
Öcalan ile kotarılmış bile. Ekim ayından beri yapılan ise, bir tiyatro
senaryosu gereği, taraflar kendi rollerine uygun olarak mensubu oldukları veya
temsil ettikleri sosyal kesimlere bunu empoze ederek, kabul ettirmeye ve
onların rızasını oluşturmaya çalışmaktan ibarettir. Dolayısıyla da ön görülen
ve amaçlanan şeyin ana parametrelerinin isabetlice anlaşılabilmesi için
öncelikle bu belirleyici/kurucu “ayrıntının” görülmesi gerekiyor.
Muhatap Öcalan
olunca, barış için karşılıklı ateşkes ihtiyacı bile duyulmuyor.
Düşünsenize, “barışalım”, “kardeş olalım tekrardan” söylemleriyle güya
uygun atmosfer oluşturmaya çalışıyor görünüyorlar değil mi? Ama bunun için son
derece gerekli bir koşul olan, “karşılıklı ateşkes” anlaşmasına dahi gidilmedi.
Bilakis Devlet her fırsatta saldırmaya, yakıp yıkmaya, bombalamaya, işgal,
tutuklama ve demokratik sivil alanların irade gaspına devam ediyor.
Türk Devleti’nin ve özellikle de yeniden başkan olma sevdası peşinde olan
Erdoğan’ın bir muradı da kamuoyunda, “teröristlerle pazarlık yapıldı” algısının
oluşmamasıdır. Devam ede gelen operasyonların bir boyutu da budur zaten. İlginçtir,
Öcalan da Devletin bu “hassasiyetini” titizlikle gözetiyor. Galiba Kürtleri
denize düşürüp yılana sarılmaya zorlama siyaseti, kendisinin de işine geliyor. Çünkü
böylelikle, düşülen o çıkmaz dehlizden Öcalan’a sarılarak çıkma koşulları
oluşturuyor devletin bu türden “orantısız” saldırı salvoları.
Tabii Öcalan dengeyi sağlamak için, Kürt tarafına da: “Devletle
kotardığımız bu barışın bir koşulu olan kendinizi feshederek silahlı mücadeleye
son vermeniz, asla yenildiğiniz anlamına gelmeyecektir” anlamına gelen şu
sözleriyle hitap ediyor: “Varlığı zorla
sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi
(…) PKK kendini feshetmelidir.”
Öcalan’ın “barışa”
atfettiği, Kürtlerin tek taraflı olarak savaştan çekilmesidir.
Peki Öcalan’ın malum çağrısında, barışın sağlanması için devlete bir çağrı
var mı? Hayır bu da yok! O halde yapılan ne? Yapılan tamamen şu: Öcalan barışı,
tek taraflı olarak Kürtlerin savaştan çekilme iradesi ortaya koymasıyla
sağlamak istiyor. Bunun gereğini de zaten PKK’ye yaptığı silahları bırakın ve
kendinizi feshedin çağrısıyla yerine getiriyor. Demek ki devletle vardığı
“barış anlaşmasının" koşulu bunu gerektiriyormuş, demek hiç de yanlış
olmayacaktır.
Öcalan’ın iki
argümanı ve “Kürt
sorunu”nuna biçtiği yeni ‘forma’
Öcalan’ın PKK’yi ve sosyal tabanını savaştan tek taraflı geri çekilmeye
ikna edebilmek için baş vurduğu iki temel argümandan birincisi şudur: Öcalan’a
göre silahlı mücadele seçeneği; “Kürt
realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan
kaynaklı oluşan zemin” üzerinden kendisini var etmiştir. Ama bu, aslında hiç
de haklı, zorunlu bir seçenek değilken; sürecin ideolojik şekillenişinin
sürüklediği kötü bir maceraydı: “PKK;
tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm
ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları (…) doğmuştur” (i.ç) şeklinde
ifade ettiği bu örtük özeleştiriyle, aslında sadece “Kürt realitesinin inkârı”
ve bir takım özgürlüklerin yasaklı olması gerekçeleriyle böylesi kanlı bir
isyan hareketi başlatmak, tarihsel bir hataydı, demeye getiriyor ki İmralı
sürecinden beridir sistematik olarak savunduğu ve empoze etmeye çalıştığı da
zaten tamamen budur.
“Kürt realitesinin inkârına” indirgediği “Kürt sorunu”, haliyle; “1990’larda… ülkede kimlik inkârının
çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” (i.ç) neticesinde de
asgari çözümünü zaten bulmuş oluyor (hatırlanacağı gibi başta Erdoğan olmak
üzere, iktidar cenahının ortak argümanı da böyledir). Dolayısıyla da artık bu
gerekçelerle silahlı mücadele yürütmenin haklı gerekçelerinin kalmadığının
görülüp kabul edilmesini istiyor. Keza aynı şekilde, bu mücadeleyi örgütleyip
yürüten kurum olarak PKK’in de artık geçerli ve işlevli bir enstrüman olma
özelliğinin kalmadığının da görülüp kabul edilmesini istiyor. Ve bu “olgulara
dayalı bu son derece isabetli bilimsel tespitlerin” güçlü ikna ediciliğiyle;
gönül rahatlığıyla örgütüne yeni bir rota veriyor: Mücadeleyi ileriye taşıma
kabiliyetini yitirmiş ve esasen kısır döngüde kendisini tekrar edecek bu örgüt
ve mücadele tarzını terk ederek, yeniden yapılanma ve dönüşüm ile mücadelenin
önünü açmak esas olandır. (Aslında bütün bunları devlete ve onun “ulvi”
çıkarları ve “beka sorununa” angaje olmadan yapsaydı; bu, sert bir şekilde eleştirilecek
olsa da ama neticede elbette son derece saygın bir duruş ve yönelim olarak
karşılanırdı. Ama maalesef ki böyle değil ve işin aslı çok farklı. Bundan ötürü
de takınılacak tavır, “normal” alttan alıcı bir eleştiri boyutuyla sınırlı
olamaz. Kesin-net tanımlamalarla,
yapılmakta olanın tam olarak ne olduğunun deşifre edilmesi ve kesinlikle
desteklenmeyecek bir şey olduğunun kamuoyuna deklere edilmesi şarttır.)
Öcalan’ın yeni
gözdesi: “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir”
Diğer bir temel argümanı ise her türlü hak arama mücadelesinin yolunun
artık; “Sistem arayışları ve
gerçekleştirmeler için demokrasi dışı yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma
temel yöntemdir.” (i.ç) Bunun için de devletle el ele verip, büyük bir
uzlaşı kültürü ile, “demokratik toplum inşa etmeliyiz” diyor. Yani DEM Parti ve
PKK cenahından yükselen yorumlayışla bu, aslında hiç de legal ve demokratik hak
ve özgürlüklerin kullanılması zeminde, devrimci tarzda hak arama ve almakta
sistemle dişe diş, kıran kırana militan bir devrimci mücadelecilik değildir. Buyrulan
ve çizilen yeni rota, çok açık ve net ifadelerle tanımlanıyor: “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir”
Bu, Gandi’nin “sivil
itaatsizlik” yöntemi de değildir
Çünkü Gandi’nin yöntemi, hakkını söke söke alma, ama bunu kaba şiddete
başvurmadan yapma prensibini esas alır. Yani aslında devrimci bir militan
direniş ve mücadelecilik esasına oturur. Dolayısıyla da Öcalan’ın size çizdiği bu yeni
rota konusunda da lütfen kendinizi ve de kitleleri kandırmayın, bundan
ivedilikle vazgeçin. Ne demiş ulu bir ata: “Cehenneme giden yollar iyi niyet
taşlarıyla döşelidir.” Siz de saftirik bu kötü ve körlemesine bağlılık ve
itaatle, cehennem yolunun “iyi niyet taşları” olmayın.
“Demokratik Toplum
Çağrısı”
Söz konusu çağrı başlığında her ne kadar da “Demokratik Toplum Çağrısı” da
yer alıyorsa da aslında somut olarak böyle bir çağrı yapılmıyor. Yapılan şey; “Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır”
ve “Kimliklere saygı, kendilerini
özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine
esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum
ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür” şeklindeki tanım ve
soyutlamadan ibaret olup, esasen de “Devlet büyüklerine” yapılan naçizane
temenniler olarak kalıyor.
Kaldı ki böylesi İslami-faşist katı diktatörlük koşullarında, “demokratik
toplum inşası” ancak ki ya onları gerçekten de temellerinden sarsacak güçlü iç
veya dış direniş dinamikleri böylesi kısmi tavizler vermeye zorlayabilir; ya da
bu faşist diktatörlük alaşağı edilme koşuluyla. Yani böylesi bir çağrı ancak ki
bu iki halde ve bu sürecin asıl dinamiklerine yapılması halinde anlamlı ve
isabetli olabilir.
Ancak ne var ki Öcalan’ın burada da meşru muhatapları bu toplumsal
dinamikler değil; İslamcı-faşist iktidar ve onun başı Erdoğan oluyor. İlginçtir
(ama asla şaşırtıcı değil; çünkü dedik ya her şey bir kurguya uygun olarak
sahneleniyor) bu, hemen de karşılık buldu. Öcalan’ın çağrısının ertesi günü
Erdoğan, katıldığı bir toplantıda; savaşın ve “terörün” son bulmasıyla birlikte
demokratikleşme ve demokratik siyasetin yolunun açılacağının müjdesini verdi.
Keza daha düne kadar insanları ve partileri Öcalan ve PKK yandaşlığı yapmakla
itham edip soruşturma ve yargılama konusu yaptıran Bahçeli, bütün bunları büyük
bir pişkinlik ve iki yüzlülükle yok sayıp, Öcalan ve Kandildekilere teşekkür
mesajı yayınladı. AKP kadrolarından ve eski başbakanlardan Binali Yıldırım da
Anayasa’da yer alan etnik köken vurgusunun değiştirilmesi ve ademi
merkeziyetçiliğe geçilmesi için gereken düzenlemelerin yapılmasının
gerekliliğine dikkat çekti vs. vs.
Ama tecrübelerle sabittir, özellikle de dinci ve ırkçı milliyetçi
faşistlerin ayıya dayı deyişlerinin hüküm ve miadı, hep köprüyü geçene kadar
olmuştur. Erdoğan’ın bir istisna olmayacağı da zaten çeyrek asırlık sosyal
pratiğiyle sabit değil midir acaba?
Son söz yerine: Bu bir devlet
projesidir. Halkın gardının düşmesine izin vermemek için, eleştirel tavır almak,
devrimci bir sorumluluktur.
(*)https://osmanli.org.tr/idris-i-bitlisi-dogu-anadoludaki-gayretleri/