Halil Gündoğan
8.03.2025
Bunun iki temel nedeni var:
Birincisi benim ideolojik-siyasi görüşlerimden ötürüdür. Altmış beş yıllık yaşamımın denilebilir ki üçte ikilik kısmı bu devlet ve sistemiyle mücadelede geçmişti. Bu sürenin toplamda dört buçuk ayı işkenceli sorgularda, otuz yılı ise hapishanede ve yine işkence ve baskılar altında geçmişti. İki kez idam cezasıyla yargılanmış ve bu ceza ağır müebbet ceza olarak onaylanmıştı. Bunun yıl olarak karşılığı otuz altı yıldı.
12 Eylül Askeri
Darbesi koşullarında hapishaneler askeriyeye bağlıydı. Faşist ve sömürücü bir
devlete ve sisteme karşı mücadele yürütmüş olduğundan ötürü alıkonan biz siyasi
tutsaklara asker muamelesi yapılmak istenirdi. Buna uygun olarak da zorlan
istiklal marşı söylettirilmeye, asker ve komutanlara selam verdirtmeye ve “komutanım”
dedirtmeye, yemeğe otururken dua ettirilmeye ve yemekten sonra da minnet ifade
ettirilmeye çalışılırdı. Erkek tutsakların saçları zorlan sıfır numara
kestirilir ve asker ve komutanlar karşısında, askeri bir duruş olarak, hazır ol
da durmaya zorlanılırdı. Keza zorlan yat-kalk-sürün türü askeri eğitimler
yaptırılmaya çalışılırdı. Yüksek volümlü hoparlörlerden istiklal marşı ve diğer
ırkçı-faşist marşlar dinletilirdi. Vs. vs. Bunlara uymayanlar akla hayale
gelmeyecek türden işkence ve baskılara maruz kalırdı. Bu baskılara karşı belki
de yüzlerce kez açlık grevleri ve birçok kez de ölüm oruçları gerçekleştirmek
zorunda kaldı sol-sosyalist ve komünist tutsaklar. Ve bu döngü yıllarca devam
etti.
İşte yıllarca
bütün bu zorlama ve tamamen irade kırmaya ve biat ettirmeye yönelik uygulama ve
dayatmalara karşı, kan ve can bedeli direnmiş bir sol-sosyalist ve komünist
olarak ben, elbette ki sırf “her Türk vatandaşı askerlik yapmakla mükelleftir”
kanunu gereği, gidip de yıkmak için mücadele yürüttüğüm bir devlete asker
olarak hizmet etmem, edemem de. Çünkü bu benim kendimi ve ideallerimi inkâr
etmem olur. Kaldı ki ben etnik köken olarak Türk de değil, Kürt ulusuna
mensubum. Dolayısıyla da beni etnik kökenimle dahi kabul etmeyip, zorlan Türk
sayan böylesi ilhakçı bir zorbalığı da kabul etmem anlamına gelirdi.
Öte yandan aile
kökeni olarak, Türk Devleti ve ordusunun bizlere empoze etmeye çalıştığı suni
İslam mensubu değil, bunların “sapkın” ve “lanetli” saydığı, bizden yedi kişiyi
katledenin cennete gideceğinin söylene geldiği bir inanç olan Kızılbaş/Alevi
mensubuydum. Ve ama kendim ise ta çocukluğumdan itibaren ateisttim. İşte böylesi
birine zorlan, kendi dini kural, dua ve ritüelleri dayatılacaktı “askeri
mecburiyet” olarak.
Ve bütün bunlara
uymamam halinde de hem askeri disiplinsizlikten hücre cezalarına çarptırılacak
ve askerlik süresi de her seferinde, verilen cezalar miktarında, uzatılacak ve
hem de milliyetçi-dinci faşist ve gerici yobaz asker ve komutanların fiziki ve
psikolojik şiddetine maruz bırakılacaktım. “Komünist ve dinsiz” yaftasıyla
ekstradan toplumdan tecrit edilecektim. Ve keza bu iki sıfattan ötürü “katli
vacip” sayılmış olacağımdan; bir yobazın veya milliyetçi bir faşistin hışmına
uğrayarak katledilecektim. Diğer tüm vakalarda olduğu gibi; “kaza” süsü veya “intihar
etti” denilerek, faili meçhuller listesine eklenecektim.
Kaldı ki sadece
ideolojik-siyasi inanç ve görüşlerimden ötürü hedefe konmuş olmayacaktım. Çünkü
devlet beni, “devlete baş kaldırmış ve devletin askeri ve polisiyle silahlı çatışmalara
girmiş ve onlarcasını öldürmüş azılı bir terörist” olarak afişe ettiğinden ve
de askeri kışlada da bunu yapmaya devam edeceğinden; o kesimler nazarında,
ayrıca da özel olarak yok edilmesi gereken biri olacaktım büyük olasılıkla…
Askerlik yapmak
istemeyişimin ikinci nedeniyse; bu devletin eli kanlı tarihsel siciliydi. Bu
sicil, önceli Osmanlı İmparatorluğu da dahil, yüzbinlerce masum insanın kanıyla
lekelidi... Hangi birini saysak acaba? On binlerce Şeyh Bedreddin müridini mi,
Suhte Hareketi ve Celali İsyanları adı altında katledilen binlercesini mi, 1840
yıllarda Hakkari’de katledilen binlerce Nasturi’yi mi, 1862 de Zeytun’da
katledilen yine bir o kadar masum köylüleri mi, 1800 lü yılların sonlarına
doğru 100 bin civarında ki Hamidiye katliamlarını mı, yine aynı dönemlerde
Sason, Diyarbakır ve Erzurum’da katledilen binlercesini mi, Ermenilere
uygulanan o korkunç soykırımı mı, keza aynı süreçlerde artarda gerçekleştirilen
Rum ve Süryani katliamlarını mı, Cumhuriyet döneminde katledilen on binlerle
ifade edilen Kürt katliamlarını mı, 40-50 bin arası, kendi aile bireylerimin de
aralarında olduğu en masum Kızılbaş
Dersimliyi mi, Maraş, Sivas, Çorum ve Erzincan’da katledilen yüzlerce Alevi’yi
mi, katledilen yüzlerce hak arayıcısı direnişçi işçi ve köylüyü mü, idam
edilen, sokaklarda kurşunlanarak ve keza işkenceyle katledilen binlerce solcu
devrimciyi mi, kaçakçı diyerek sınır boylarında katledilen Kürtleri mi, canlı
bombalarla katledilen yüzlerce halktan insanı mı?
Saymakla
bitmeyecek kadar kabarık, kanlı bir sicile sahip olan bu devlete kendi irademle
hiçbir hizmette bulunmam. Buna zorlanmam halinde de buna uymayı reddederim.
Çünkü bu, benim açımdan en başta bir insanlık onuru ve sorumluluğu gereğidir. Öte
yandan ben, bu devleti yıkmak için yürütülen mücadelenin bir neferi olarak, ona
askerlik hizmeti yapmayı, kendimi ve ideallerimi yadsımak olarak addederim.
Yani özetle bu benim için bir prensip sorunudur.
Bakış açım bu
olduğu için, hapisten çıktıktan sonra, uzun süre hapiste kalanlara verilen
askerlikten men raporu almak istedim ancak bu rapor verilmedi. Raporu askerlik
şubesine götürüp, askerlik yoklaması işlemlerini sonuçlandırmam halinde de
doğrudan askere alınacağım uyarısı yapıldığı için, askerlik şubesine bir daha
gitmedi. Birkaç kez asker ve polis tarafından yapılan kimlik kontrolüne denk
geldim ve her seferinde: “Üç ikaz yapılacak, uymadığın takdirde, hakkında
yakalama kararı çıkarılacak ve doğrudan askeri kışlaya gönderileceksin” şeklinde
uyarıldım.
Sonuç olarak: “Askerlik
vazifeni yapmakla yükümlüsün” çağrı ve buyruğuna uymadım. Ülkede kalmam halindeyse,
bir şekilde zorlan alıp götüreceklerdi…
İltica talebinde
bulunduğum İsviçre Göç Sekreterliği (Staatssekretariat für Migration-SEM) ise,
iltica talebi gerekçelerinden biri olan bu gerekçemi şöylesi bir argümanla,
reddetti: Askerlik hizmetine karşı
duyulan hoşnutsuzluk veya firar nedeniyle uygulanan cezalar LASİ Madde 3
kapsamıyla ilgili değildir. Ayrıca, Türkiye’de askeri yükümlülüklere uymama
nedeniyle verilen cezalar siyasi bir boyut taşımaz.
SEM’in bu yorumu,
her şeyden önce; “neden-sonuç diyalektiği” denkleminde, sübjektiftir. Çünkü
benim özgül durumumu dışta bırakarak, “normal-sıradan bir kişi” somutunda söz
konusu olabilecek disiplin cezaları kategorisini baz alarak yorumluyor. Oysa
ben orada alenen: “Bu devlete şu nedenlerden ötürü askerlik yapmayı red
ediyorum. Buraya zorlan getirildim ve hiçbir disiplin kuralınıza ve
rutinlerinize uymayacağım.” dediğim durumda, orada bana uygulanacak her türden
ceza, tabiatı gereği, siyasi olacaktı. Çünkü takındığım siyasi duruşum
nedeniyle bütün bu ceza ve uygulamalara maruz kalacaktım. Keza ben orada,
verilen cezalar dışında: “Bu vatan haini terörist, 30 yıl hapis yatmış ama hâlâ
uslanmamış” denilerek teşhir edilip, hedef gösterilecektim vs. vs.
İltica talebime
ilişkin yapılan her iki mülakatta da: “Askere alınmam halinde, can güvenliğim
asla olmayacak” dediğimde, “ama bu dediklerin sadece birer olasılık. Bize somut
kanıtlar sunmalısın” itirazıyla karşılandım maalesef ki. Bir mahkeme heyeti
veya bir yargıç, söz konusu can güvenliği riskiyse, bunu bu şekilde hafife
alamaz, buna hakkı da yok. Ama maalesef ki böylesi bir yaklaşımla karşılaştım. “Somut
kanıt” olarak cesedimi mi sizlere sunmalıyım yani, başka nasıl bir somut kanıtı
olabilir ki bu durumun?
Aslında SEM
tarafından bana karşı geliştirilen tüm bu zorlama gerekçelendirmelerle iltica
talebimi kabul etmeyerek, geri gönderme tutumunun ardında, mülteci kampında
dayatılan faşizan kışla disiplinine karşı, kitlesel bir itirazı örgütlemiş olmaktan
sorumlu tutulmam yatıyor. Oysa yaptığımız son derece barışçıl, demokratik bir
tepkiydi: Dayatılan “Yeni Yaşam Tarzı”na neden karşı olduğumuzu içeren bir
mektup yazıp, kampta kalanların tamamına yakınının imzalı onayıyla kamp
yönetimine teslim edip, makul bir çözüm getirilinceye kadar dayatılan hiçbir
kurala uymayacağımızı beyan etmemizden ötürü, bu organizasyonu benim yaptığımı
ileri sürülerek, özel olarak hedef seçildim.
Bunun kısa bir
süre sonrası, sivil polisler kampa gelerek beni “merkeze” davet ettiler. “Merkez”
dedikleri sivil bir büroda, bir tercümanla birlikte bekleyen ve kendisini
“Kanton Devlet Güvenlik Birimi Komiseri” olarak tanıdan görevli, aynen şunları
söyledi: “Sen silahlı eğitim almış bir militansın, İsviçre Devleti açısından ne
derece tehlikeli olup olmadığını anlamamız için, geçmişine ilişkin seni
sorgulamak istiyoruz”
Avukat talebimin
ret edilmesi üzerine, sorguyu kabul etmedim. Cezalandırmak için kamptan sürgün
edildim ve yasal olmayan bir şekilde bir ay deport kampında tutuldum. Olayın
yaşandığı kampa da hâlâ girişim yasak… İltica talebim ise: “Türkiye’de
yaşamanda bir risk yok; ülkene dönebilirsin.” denilerek reddedildi. Federal Mahkeme’ye
yaptığımız itiraz ise hâlâ sonuçlanmış değil. Federal Mahkeme kısa bir süre
önce; “Deliller yeterince incelenmemiş” gerekçesiyle, dosyayı tekrardan SEM’e
gönderme kararı aldığını bildirdi…
İşte bütün mevzu,
güya “doğrudan demokrasi” ile yönetildiği söylenen bir ülke de doğrudan
demokrasinin vaz geçilmezi sayılan referandum formatında, sıradan demokratik
bir tepkiyle de olsa, kurulu sistemlerine kitlesel bir itirazı organize ettiğini
varsaydıkları benim, İsviçre Devleti için ne derece risk oluşturup
oluşturmayacağımdı. Riskli görülmüş olmalıyım ki ileri sürdüğüm her gerekçemi
geçersiz saymak için yoğun bir efor harcandı.
Rahatlıkla
anlaşılacağı gibi bu, hukuki değil; kesinlikle siyasi bir tutumdur. Geri
gönderemeyecekleri anlaşıldığından, zamana yayarak yıldırma taktiği
uygulanıyor. Yani resmen yaşamımızın azımsanmayacak bir kesiti böylece çalınmış
oluyor. Sırf bu keyfi tutumdan ötürü bunalıma giren ve dayanamayıp intihara
kalkışan yığınca insana tanıklık yapmaktayım.