Halil Gündoğan
1.03.2025
Barış
içinde bir arada yaşayabilme garantörü olarak ulusal ve uluslararası toplumsal
sözleşmeler
Gerek yerel ve gerekse küresel, ya da gerek ulusal ve gerekse uluslararası her toplumsal birlik, barış içinde bir arada yaşama kabiliyetine ancak ki ulusal veya uluslararası sözleşmelerle ve birliğin her bir üyesinin bu sözleşmelere uymasıyla sahip olabilir. Bu gereklilik zaten sosyal pratiğin bir ihtiyacı ve dayatması olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü ulusal ve uluslararası toplumları barış içinde bir arada tutabilmenin bir başka yolu da yoktur. İşte yerel ve küresel toplumsal sözleşmeler böylesi bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Fakat toplumların yaşamı statik olmayıp dinamik olduğundan; toplumsal sözleşmeler de buna koşut olarak statik değil, dinamiktirler. Yani istikrarlı geçerliliği ve hükmü ancak ki toplumların onu bir ihtiyaç olarak var eden koşullarının değişme periyodu süresincedir.
Koşulların değişmesine koşut olarak, mevcut sözleşme işlevini yitireceğinden,
toplumsal nizamın korunması misyon ve kudreti de sona ermiş olacaktır. Ve bu
aşama itibarıyla ulusal veya uluslararası toplumlar, kendilerini bir arada
tutan gücü yitirmiş olduklarından; o görece barış ve sükûnet ortamı da
kaçınılmaz olarak sona ermiş olacaktır. Orada artık anarşi ve kargaşa hâkimdir.
Zorbanın hükmü geçerli olacaktır. “Orman kanunları” denen kural tanımamak ve
hesap vermemezlik geçerli değer olacaktır.
Bir süreden beridir yerkürede hem ulusal ve hem de uluslararası sözleşmeler
somutunda yaşanan da birebir böylesi bir durumdur. Genelde sınıflı toplumların
ve ama özelde de emperyalist-kapitalist sistemin doğasında var olan ben
merkezci edinme dürtüsü, rekabet ve tahakküm hırsı sürekli bir şekilde çatışma,
işgal, ilhak ve pazar kapma dalaşları vesilesi olmuştur. Toplumların bütünlüklü
tarihi üzerinden şöyle kaba bir hesap yapılacak olsa, herhalde ki barış ve
sükûnet ortamları devede kulak ölçeği kadar bile çıkmayacaktır.
Dünya barışının "garantörü" olarak BM Antlaşması
Bilindiği gibi emperyalist-kapitalist sistemin bu marazi hali insanlığı
iki kez topyekûn Dünya savaşı felaketine sürükleyecekti. 2. Dünya Savaşı
yıkımının da etksiyle, güya artık bu türden savaş ve çatışmalı “çözümlerden” uzak
durulması adına, sürecin önde gelen devletlerinin önayak olmasıyla, 26 Haziran
1945 tarihinde Birleşmiş Milletler Antlaşması kabul edilecekti. Sonraki
yıllarda tüm devletlerin bu antlaşmayı kabul etmesiyle de uluslararası “barış
içinde bir arada yaşama sözleşmesi” karakterine kavuşturulacaktı. Böylece, tüm
bileşenlerini bağlayan küresel bir sistemin hukuku/anayasası ortaya konmuş oluyordu.
Bununla hedeflenen temel amaç ise şuydu:
“1.Uluslararası barışı ve güvenliği korumak ve bu amaçla; barışın
uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın
başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak
ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya
durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçıl yollarla, adalet ve
uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek;
2. Uluslar arasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini
kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş dostça ilişkiler
geliştirmek ve dünya barışını güçlendirmek için diğer uygun önlemleri almak;
(…)”
(https://inhak.adalet.gov.tr/Resimler/SayfaDokuman/2212020141836bm_01.pdf )
Pratik süreç nasıl
seyretti
Ancak ne var ki iyi niyetli bu
antlaşmanın, değil uzun vadede, orta vadede bile emperyalist kapitalist
sistemin iç gelişim yasalarıyla çatışmalı hale geleceği muhakkaktı. Nitekim
başta ABD olmak üzere irili ufaklı birçok emperyalist devlet, bu antlaşmanın
öngördüğü barışçıl çözüm arayışlarını ve halkların kendi kaderlerini özgürce
belirleme hakkını çiğnemekte tereddüt etmeyecekti. Örneğin 1947-49’dan
başlayarak bugüne uzanan irili ufaklı onlarca savaş, çatışma ve iç darbelerle
müdahale yaşanagelmiştir: Hindistan-Pakistan ve keza Arap-İsrail Savaşı,
sonraki yıl Kore Savaşı, 1.Tayvan Boğazı Krizi, Vietnam Savaşı, Süveyş Krizi,
1956 da Macaristan’ın İşgali, İfni Savaşı, 2. Tayvan Boğazı Krizi, Domuzlar
Körfezi Çıkarması, Bizerte Krizi, Trikora Harekâtı, Çin-Hindistan Savaşı,
Endonezya-Malezya Çatışması, Kum Savaşı, Altı Gün Savaşı, Varşova Paktı’nın
Çekoslovakya’ya müdahalesi, Yom Kippur Savaşı, Şattülarap Çatışması, Kıbrıs
Harekâtı, Endonezya’nın Doğu Timor’u İşgali, Mısır-Libya Savaşı, Ogaden Savaşı,
Uganda-Tanzanya Savaşı, Kamboçya-Vietnam Savaşı, Çin-Vietnam Savaşı, Yemen
Savaşı, İran-Irak Savaşı, Falkland Savaşı, Çad-Nijerya Savaşı, Grenada’nın
işgali, Dağlık Karabağ Savaşı, ABD’nin Panama’yı İşgali, Körfez Savaşı, Birinci
Kongo Savaşı, Eritre-Etiyopya Savaşı,
NATO’nun Yugoslavya’yı bombalaması, Altı Gün Savaşı, SSCB’nin
Afganistan’ı işgali, ABD’nin Afganistan’ı işgali, Irak’ın işgali, Güney Osetya
Savaşı, Libya’ya askeri müdahale, G. Sudan-Sudan çatışmaları, Suriye’ye
müdahale ve İran-İsrail çatışması, Ukrayna’da Rusya-NATO savaşı, ABD’nin
Suriye’ye müdahalesi, Azerbaycan-Ermenistan çatışmaları, Türkiye’nin Kuzey
Suriye ve Güney Irak’a müdahalesi, Bahar Kalkanı Harekâtı, Dağlık Karabağ
Savaşı, Kırgızistan-Tacikistan çatışmaları ve devam etmekte olan
İsrail-Filistin, İsrail-Yemen, İsrail-Lübnan, İsrail-İran Savaşı ve İsrail’in
Suriye işgali ve de ABD’nin Filistinlileri Gazze’den kovma planları vs. vs.
Dünya barışının
korunmasında SSCB’nin dengeleyici rolü
Yani ta baştan beri “çatışmalı-birlik”
özelliği taşıyan bu küresel sistem, yine de SSCB’nin dağılması sürecine kadar,
zorunlu olarak gözetilen o “denge” sayesinde, nispeten daha kontrollü ve
sınırlarını çokta fazla zorlamama özenine sahipti. Fakat SSCB ve Varşova
Paktı’nın dağılmasıyla ABD kendisini resmen Dünyanın jandarması ve halkların
gardiyanı ilan edip, türlü bahanelerle her gün bir yerlere müdahale etme, bir şeyleri
zorla dikte ettirmeye başladı. Bu aşama itibariyle var olan o uluslararası
antlaşmaların da fiiliyatta bir hükmü kalmamış oldu. Güçlü olan, diş
geçirebilen, büyük abilerden bir şekilde icazet alabilen her biri, bir
başkalarının haklarına tecavüz etmekte bir beis görmemeye başladı.
BM Antlaşması’nın işlevsizleşmesi ve emperyalist barbarlık/haydutluk dönemi
Küresel
barış ve uzlaşmanın garantörü olarak işlevlendirilen Birleşmiş Milletler
Antlaşması, böylece yine bizzat kendileri tarafından işlevsizsizleştirilmiş oldu.
Bir süredir simgesel olarak başını ABD, İsrail ve Türkiye’nin çektiği
“haydutluk dönemi hukuku”, artık genel geçer bir kural haline gelmiş oluyor.
Emperyalist barbarlık dönemidir bu dönem artık. Sistemin yaşadığı açmaz,
onları hızla yeni bir dünya savaşına sürüklemekte. Her biri bunun önemle
idrakinde ve dolayısıyla da kendilerini herhangi bir ulusal ve uluslararası
hukuk normlarının sınırlayıcılığıyla sınırlamak istemiyor. Çünkü idrakindeler
ki bu hukuk, olağan gidişin önünü alma kudretine sahip değildir; yani “geliyor
gelmekte olan.” Dolayısıyla da her biri kendisini bu yeni sürecin ruhuna uygun
davranmakla motive ediyor. Artık “akıllı” olmanın yeni kriterleri bunlar olacak
çünkü.
Birleştirici iç
dinamikleri zayıflayan ve dağılma potansiyeli barındıran emperyalist ittifaklar Sürecin bu barbar haydutluk tarzı,
kaçınılmaz olarak eski ittifak ve birlikteliklerin zeminini de hızla bozuyor.
SSCB’nin ve dolayısıyla da Varşova Paktı’nın varlığı, emperyalistleri stratejik
ortaklıklar kurmaya ve onları koruyup güçlendirmek zorunda bırakıyordu. Fakat
SSCB blokunun dağılmasıyla bu zorunlu ittifaklık durumu esasen sona ermişti.
Ancak özellikle ABD’nin tahtına göz koyan Çin ve eski SSCB topraklarına göz
koyarak Rusya’nın ta dibine girmeye yeltenen NATO tehdidi karşısında Rusya’nın
karşı atakları, ABD ve Batı Avrupalı emperyalistleri bu iki tehdit karşısında
yeniden birbirine yakınlaştırdıysa da ancak bu ittifak, iç dinamikleri
açısından zayıf ve hatta dağılmaya ve yeniden şekillenmeye mahkûm özellikler
barındıran bir ittifaktı. Çünkü ittifakın ana ekseni ABD’nin stratejik
çıkarlarınca belirlenmişti. Batı Avrupalı emperyalistler Çin’den daha ziyade
Rusya tehdidi algısıyla kendilerini ABD’nin himayesine mecbur gördüklerinden
ötürü bu ittifakın bileşeni durumundalar.
Trump’un kopuşturucu
agresif rolü
Yani ABD ile birçok noktada birebir
ortak stratejik paydalara sahip olmadıkları rahatlıkla gözlemlenebilir bir
durumdur. Bunu, özellikle ABD Başkanı Trump’un her şeyi baş hedef ve baş rakip
olarak ilan ettiği Çin ile stratejik hesaplaşma ekseninde ele alarak, ABD’nin
ulusal çıkarlarını önceleme siyaseti somutunda daha açık olarak görmek, pekâlâ
mümkün. Çünkü ABD’nin aksine Batı Avrupalı emperyalistlerden özellikle
İngiltere, Fransa ve Almanya çok açık bir şekilde, yakın tehdit olarak Çin’e
karşı konumlanma önceliğiyle değil; Rusya’ya karşı konumlanma önceliğiyle
hareket etmek istiyorlar. Ve Trump’un kendilerini Rusya ile baş başa bırakarak,
ortaklık hukukunu ciddi şekilde sabote ettiği kanısındalar.
Bir önceki Başkan döneminde bir ölçüde kapatılabilen bu stratejik makas
farkı, Trump ile birlikte giderek daha da açılacak gibi. Tabii kuvvetle
muhtemeldir ki bu durum yeni ittifak arayış ve oluşumlarının ortaya çıkmasını
da beraber getirecektir. Nitekim bunun emarelerinin giderek daha da
belirginleşmekte olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Trump’un aşırı benmerkezci ve ABD-Çin denklemindeki çelişmeyi konsolide
etmeye hizmet eden “kontrolsüz” agresif saldırganlığının (örneğin Kanada,
Panama Kanalı, Meksika Körfezi ve Grönland’a çökme ve keza Tayvan’a üstlenme
planları, Orta Asya ve Kafkasya’da yeni alanlar elde etme hamleleri,
Ukrayna’daki savaşta Batı Avrupalı emperyalistleri Rusya ile baş başa bırakma olasılığı
vs.) bu kopuşmayı giderek daha da hızlandırması, sürpriz olmayacaktır.
Okun sivri ucu ABD
emperyalizmine yöneltilmelidir
Savaşları önleme iddiasıyla göreve
talip olan Trump, öyle anlaşılıyor ki ateşe benzin döken tutumlarıyla hem lokal
ve hem de küresel topyekûn savaş zeminini daha bir kızıştıracak gibi görünüyor.
Dünyayı savaşa atan Hitler’in ruhu bu adam ve özellikle de perde arkası
neo-faşist oligark ekibinde vücut bulmuş adeta.
Bu durumda ağırlıklı olarak ABD emperyalizmini dünya halklarının ve dünya
barışının baş düşmanı, keza baş savaş kışkırtıcısı olarak teşhir ve tecrit
etmek, yapılacak şeylerin başında gelecektir kaçınılmaz olarak.