Kuzey Kore ve Ukrayna’da ölecek askerleri

 


Halil Gündoğan

11.01.2025

                                                                      Kore Yarımadasının kısa tarihi

“Kore Yarımadası’nın bilinen tarihi MÖ 2333 yılında Kral Dangun tarafından kurulan Gojoseon Krallığı ile başlatılmaktadır. MÖ 2. Yüzyılda parçalanan bu devletin yerine Üç Krallık Dönemi olarak bilinen süreç başlamış ve MS 7. Yüzyıla kadar Kore Yarımadası Goguryeo, Baakje ve Silla hanedanları bölgenin hakimiyetini ele geçirmiştir. Bu üç krallık 676 yılında Silla’nın hâkimiyeti altında birleşmiştir. (…)”

 

“20. Yüzyılın başlarına kadar bağımsızlığını koruyan Kore, 1910 yılında Japonya tarafından işgal edilmiş ve 1945 yılına kadar Japonya’nın hâkimiyeti altında kalmıştır. (…) 1910-1945 yılları arasında devam eden Japon işgali, Japonya’nın savaşı kaybetmesiyle (2. Dünya Savaşı. Bn.) sona ermiş, savaş sonrasında 38. Paralelin güneyinde ABD, kuzeyinde SSCB kontrolünde iki farklı yönetim ortaya çıkmıştır. 1948 yılında her iki yönetim de devlet ilanıyla yarımadanın tamamında egemenlik iddia etmiş, bunun üzerine Kore Savaşı patlak vermiştir. 


ABD, İngiltere ve Birleşmiş Milletler (BM) birliklerinin Güney yönetimini, SSCB ve Çin’inse Kuzey yönetimini desteklediği savaş, 1950-1953 yılları arasında üç yıl devam etmiş, bu süreçte 2,5 milyonu sivil olmak üzere 3 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir. (Bilindiği üzere Türk Devleti de NATO’ya alınma karşılığında bu savaşta 15 bin civarında askerle, Güney Kore saflarında katılmıştı. Bu emekçi halk çocuklarından 750’si hayatını kaybetmiş, 175’i kaybolmuş, 400 civarında esir düşmüş ve 250’si de yaralanmıştı. Bu savaşta da sembolik te olsa tek bir zengin çocuğu dahi yer almamıştı. Bn.) Savaş sonunda Güney Kore ve Kuzey Kore olmak üzere iki farklı devlet ortaya çıkmış, savaşsa resmi olarak ancak 2018yılında sona ermiştir.” (https://www.insamer.com/tr/ulke-profili-kuzey-kore/ )

 

Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti

Kuzey Kore, 2. Dünya Savaşı sonrası, Kore İşçi Partisi önderliğinde önce “Kuzey Kore Geçici Halk Komitesi” adı altında, sonra da SSCB denetiminde, “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak, 9 Eylül 1948 tarihinde kuruldu. 1960’lı yıllara kadar kendisini “Marksist-Leninist ve Juche temellerine dayalı sosyalizm” olarak tanımlar. Ancak önce Juche ve ardından da Songun revizesiyle; 2012 de gerçekleştirilen 4.Konferansta parti tüzüğünde esaslı bir değişiklik yapılır. Kimilsungizm-Kimjongilizmin “partinin tek yol gösterici fikri” olduğu kabul edilir. Zaten 2010 yılında yapılan 3. Konferansta, partinin nihai hedefi olarak önsüzde yer verilen “komünist bir toplum kurma” hükmü de tüzükten çıkarılır.

 

Babadan-oğula devredilen bir hanedanlık rejimi

İlk devlet başkanı: Kim İl-sung’dur. Ardından, 1994 yılında oğlu Kim Jong-il ve 2011 yılından beri de torunu Kim Jong-un devlet başkanlığı makamındadır. Yani demek oluyor ki Kuzey Kore halkı arasında Kim’ler dışında gerek parti liderliği ve gerekse devlet başkanlığı vasfı gösterebilen başka kimsecikler çıkmıyor ki babadan oğula, üç nesildir devam edegelen bir hanedanlık rejimi kurulmuş.

Demokrasi yoksa, halk demokrasisi veya sosyalizm de yoktur

Sırf bu olgu bile o rejimin sosyalist, ya da resmi anayasal adıyla “demokratik halk cumhuriyeti” olduğunu tartışmalı kılar. Çünkü demokrasi, her iki rejimin de vaz geçilmez temel ilkelerindendir. Hanedanlık ise hem demokrasinin hem halk demokrasisinin ve hem de sosyalist demokrasinin dokusuyla uyuşmayan, totaliter bir diktatörlüktür.

Anayasasına göre yönetim “demokratik seçimler” yoluyla belirleniyor. Her ne kadar da üç küçük parti daha varsa da ancak tek resmi parti Kore İşçi Partisi’dir. Bu parti, iktidar partisi olup, devlet ile özdeşleşmiştir de. Keza Parti, 1946 yılında kurulan ve ülkedeki tek yasal siyasi hareketi olan “Anavatanın Yeniden Birleşmesi için Demokratik Cephe” sine de liderlik yapmaktadır.

 

Üretim araçları üzerinde devlet mülkiyeti = sosyalizm değildir

Kuzey Kore Anayasanın 3. Maddesine göre “Kimilsungizm-Kimjongilizm”, Kuzey Kore’nin resmi ideolojisi olup; genel olarak üretim araçları ve özel olarak da devlet tarafından işletilen tüm işletmeler ve keza “kolektif işletme” statüsüne dönüştürülmüş çiftlikler devlete aittir.  Yani bu anlamıyla, alışıla gelmiş klasik deyimiyle “kamu mülkiyeti” kategorisinde görünüyor. Fakat biliyoruz ki sosyalist sistemde devlet erki, proletarya diktatörlüğü altında, ta kurulduğu andan itibaren, koşullara bağlı olarak, tedricen sönümlenme sürecine girmemişse, tam aksine halkın doğrudan yönetim aygıtları olan Sovyet sistemini giderek işlevsizleştirerek, tüm yetkileri elinde toplayan katı merkeziyetçi bürokratik bir yapı olarak toplum üzerinde bir otoriteye dönüşmüşse; orada o “kamu mülkiyeti” artık gerçek anlamda kamunun, yani “tüm halkın mülkiyeti” değildir. O, artık tamamen bir avuç bürokratın mülkiyetine dönüşmüştür. Bu da aslında, kapitalizmin özünün ifadesi olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin, “zümre mülkiyeti” formatıyla, kendisini yeniden üretmeye devam etmesi anlamına gelir. Dolayısıyla da resmi adı sosyalist de olsa, komünist de olsa, o rejim basbayağısından kapitalisttir. Buna “devlet kapitalizmi” veya “bürokratik kapitalizm” de denir.

 

Yani gerek adındaki “demokratik halk cumhuriyeti” gerek üretim araçları ve işletmelerin mülkiyetinin “devlet mülkiyeti” olarak anayasal güvenceye alınmış olması ve gerekse sağlık hizmetleri, eğitim, barınma ve temel gıda maddelerinin esasen devlet tarafından karşılanıyor olması gibi bazı özelliklerin hâlâ devam ediyor olması Kuzey Kore’ye yine de “sosyalist sistem” payesi kazandırmaz.

 

Kuzey Kore, Juche prensibine rağmen, “bağımlı ülke” konumundan çıkamamıştır

KİP’in kurucu lideri ve ilk devlet başkanı Kim İl Sung’un kendisi tarafından teorize edilen “Juche ideolojisi”ne ilişkin tanımı şöyledir: “Başkalarına bağımlılığı reddetmek, kendi gücünü kullanmak, kendi gücüne inanmak ve devrimci özgüven ruhunu sergilemek için bağımsız bir duruş” Bu temel anlayış üzerinden de şu üç ilke ileri sürülür: “Chaju: Siyasi bağımsızlık, Chawi: Askeri bağımsızlık, ulusal savunmada özgüven, Charip: Ekonomik bağımsızlık ve kendine yeterlilik.” (https://www.dsjournal.org/kuzey-kore-juche-ideolojisi/ )

 

Fakat buna rağmen kuruluş sürecinde esas olarak SSCB tarafından finanse edilen, sonra (ve ama özellikle de Sovyet Bloğunun çökmesiyle) ekonomik ilişkilerinde esasen Çin’e dayanan Kuzey Kore, iktisaden aslında kendi kendine yetebilen bir konuma ulaşmayı esasen başaramamıştır. Şatafatlı/yaldızlı askeri atraksiyon ve nükleer silah sahibi, “güçlü devlet” sunumlarına karşın, yaşam standartlarının hayli düşük olduğu, halkın ezici çoğunluğunun yoksulluk sınırlarında bir yaşam sürdüğü rahatlıkla söylenebilir.

 

Devasa askeri harcamalar yoksulluğun bir diğer nedeni

Ve tabii bütün bunlara ek olarak bir buçuk milyonluk bir ordunun toplam masrafları da dahil edildiğinde, bu devasa askeri harcamalar, halkın bu yoksul yaşama mahkûm edilmesinin başlıca nedenleri arasında olsa gerek.

 

Kuzey Kore ne karşılığında Ukrayna’da Rusya adına savaşacak?

Bu soru, spekülasyondan ibaret, temelsiz bir soru değil elbet. Kuzey Kore’nin Ukrayna cephesine asker gönderme kararı muhtemelen, Haziran 2024 tarihinde Rusya ile yapılan, “herhangi bir saldırı halinde birbirlerini koruma” şeklindeki prensip anlaşmasının bir gereği olarak izah edilecektir. Fakat esas nedenin tek başına bu olmadığı açık. Esas nedenler taraflar açısından farklılık arz ediyor: Rusya açısından esas neden, sahada savaşacak asker açığını belli ölçülerde giderme ihtiyacıdır. Kuzey Kore açısından ise çok daha farklı nedenler söz konusudur. Öncelikli neden, cephede savaşacak asker karşılığında “gıda yardımı ile ekonomik ve teknolojik destek” alabilecek olmasıdır. Bunun yanında gelişmiş savaş uçağı temin edebilecek olması ve keza askerlerine doğrudan sıcak savaş ortamında tecrübe kazandıracak olmasıdır. Tabii dünyanın hızla yeni bir emperyalist paylaşım savaşına doğru sürüklendiği bir süreçte Kuzey Kore, müttefiklerine “güvenilir partner” olacağı güvencesi verme ihtiyacı da duyuyor olabilir. (https://www.dw.com/tr/g%C3%BCney-kore-istihbarat%C4%B1-kuzey-kore-rusyaya-asker-g%C3%B6nderdi/a-70533913 )

 

Kuşku yok ki bu “al-ver” pazarlığının masum insanların kanının pazarlanması üzerinden yapılıyor olması, tarih boyunca egemen zorbalar açısından zerre kadar dert edilmediği gibi, nitekim bugün de asla dert edilmiyor işte.