Halil Gündoğan
25.01.2025
Uzunca bir zamandan beridir Orta ve Yakın Doğu’da ve keza Orta Asya ve
Kafkasya’da ve keza Balkanlar da ve Afrika’da Suni-selefi “Siyasal İslam
Projesinin” liderliğine göz koymuş bulunan, şeriat özlemcisi bir İslamo-faşist
Erdoğan ile karşı karşıyayız. 22 yıllık iktidarı dönemi boyunca her fırsatı, bu
“Suni-selefi İslam kuşağının” başarı ve zafere ulaşması için değerlendirmeye
çalıştı. Ve hâlâ da büyük bir aşk ile bu “gizli” sevdasının bir yerlerde ve bir
şekilde başarıya ulaşması için canla-başla didinmeye devam ediyor.
Erdoğan koyu-fanatik
bir mezhepçidir
Erdoğan kesinlikle, yobazlık derecesinde, koyu-fanatik bir mezhepçidir.
Böyle olduğu için de örneğin o, İslam içinde olmasına rağmen, yine de koyu bir
Şii karşıtıdır. Kızılbaş, Anadolu ve Türkmen Alevisi ve keza Arap Alevisi
karşıtıdır. Siyasal İslam’ın Şii versiyonu olan İran’da ki Molla ve keza Arap
Alevisi olan Esad rejimiyle yaşadığı “gizli” düşmanlığının başta gelen
nedenlerinden biri de bu değil midir? Mısır’da ki Siyasal İslamcı kardeşlerine
darbe yapan Sisi de sırf bundan ötürü “katil Sisi” yapılmamış mıydı? Suni
İslamcı HAMAS lideri öldürüldüğünde üç günlük “milli yas” ilan edip, Filistin
davası için ölümüne savaşan Hizbullah liderinin katledilişini sessizlikle
geçiştirmesi de bundan değil miydi? Vs., vb. dünya kadar örneği buraya aktarmak
mümkün. Ama buna gerek yok; bu kadarı da Erdoğan ve iktidarının gerek Türkiye
ve K. Kürdistan somutunda ve gerekse “dış dünyada” yaşanan ve gelişen olaylara
bakış öncelikleri arasında bu mezhepçi tutumunun yer aldığını göstermeye
fazlasıyla yeterli gelir.
Erdoğan’ın Esad ile
özel davası, Müslüman Kardeşler davasıdır da
Bilindiği gibi Suriye’de ortam henüz “sükûn” iken; Esad ve Erdoğan
birbirlerine “aile dostu” yakınlığındaydılar. Çünkü o dönem farklı “komşuluk
ilişkileri” bunu gerektiriyordu. Ancak ne zaman ki “iç karışıklık” baş
gösterdi, “kardeşlik” anında bitti ve yerini “ölümüne düşmanlık” aldı. Çünkü ayaklananların
önemlice bir kesimini daha önceki tarihlerde defalarca kez (baba Esad döneminde
de) şeriat istemiyle ayaklanmış ve ama bastırılmış o eski Müslüman Kardeşlerin
devamcısı olan çeşitli suni-selefi şeriat istemcileri oluşturuyordu. Bunlar
zaten oldum olası Türkiye ve K. Kürdistan’daki Siyasi İslamcılarla organize bir
ilişki içinde olageldiler. Dolayısıyla da Erdoğan hemen tavrını bunlardan yana
koyarak, Esad’ı karşısına aldı. Nitekim kısa bir süre önce yaptığı bir
toplantıda bunu şu sözleriyle doğrudan itiraf etti de:
Erdoğan’ın derdi gerçekten
de barışçıl protestoların kanlı bastırılması mıydı?
“Ülkemizin tüm iyi niyetli tavsiyelerine rağmen barışçıl protestoları son
derece kanlı bir şekilde bastırmayı tercih etti. Kanı durdurma, çatışmaları
sonlandırma imkânı varken, Esed kendi halkına zulmetmeye, zulümden de
kibirlenmeye devam etti.” (Erdoğan burada büyük bir iki yüzlülük yapıyor. Çünkü
22 yıllık iktidarı döneminde kendisinin de daha beterini yaptığının binlerce
örneği orta yerde duruyor. Burada ki “barışçıl protestonun” ayırt edici
özelliği, protestocuların şeriat istemcisi olmasıdır. Nitekim Türkiye ve K.
Kürdistan’da da sadece bunlar “barışçıl protestocu” sayılıyor. Diğer tüm hak
arayıcıları ise, imha edilmesi gereken “teröristler”, “bölücüler”, “sürtükler”
ve “çapulcular” idi. Hatırlanacağı üzere şu, bizzat Erdoğan’ın talimatıydı:
“Yaşlı, kadın, çocuk demeden acımasızca yok edin” Keza “hendek olayları” olarak
anılan süreçte de çatışma ortamından korunmak için evlerin bodrum katlarına
sığınan yüzlerce sivil vatandaşın kimyasal gaz ve bombalarla katledilmeleri
emri de Erdoğan’ındı. Aynı zalimliği “Gezi Olayları” sürecindeki tutumuyla da
ortaya koymuştu vs. vs.)
Suriye’yi HTŞ ile
Erdoğan’ın birlikte mi fethetti?
“Baas rejimi yıkılmış ve Esed korkağı cibilliyetine yaraşır şekilde en
yakınındakileri bile satarak Suriye’den kaçmıştır. Suriyeli devrimcilerin
Şam’da kontrolü sağlamasıyla birlikte artık bu ülkenin önünde yeni bir sayfa
açılmıştır. (…) Biz de Halep’te, Şam’da, Hama’da, Humus’ta, Dera’da, Münbiç’te
özgür Suriye bayrağıyla ay yıldızlı bayrağımızı yan yana gördükçe şad oluyoruz.
(…) 61 yıllık Baas karanlığının ardından Suriye üzerine doğan özgürlük güneşini
gördükçe komşuları ve kardeşleri olarak gerçekten şad oluyoruz.” (https://www.bayburthaberajansi.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-biz-de-halep-te-sam-da-hama-da-humus-ta-dera-da-munbic-te-ozgur-suriye-bayragiyla-ay-yildizli-bayragimizi-yan-yana-gordukce-sad-oluyoruz/4860/ )
Emperyalist emeller
ve kurgular
Erdoğan, “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782
bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kaçarak
kurtulamazsa Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.”(https://gazeteoksijen.com/turkiye/turkiye-turkiyeden-buyuktur-diyen-erdogan-ufkumuzu-782-bin-kilometrekareyle-sinirlandiramayiz-230877 ) şeklinde ki bu sözleriyle, emperyalist “yeni Osmanlıcı” güdülerini
doğrudan beyan etmiş oluyor. Doğan ve devam etmekte olan bu kaos ortamını
fırsata çevirerek, eskiden ecdadının sahip olduğu Suriye’yi doğrudan, olmadı
dolaylı, ama bir şekilde kendi hakimiyeti altına almanın hesaplarını yapıyor.
Muhtemelen burayı, aynı zamanda eskiden berri peşinde olduğu “Suni İslamcı
hattının kurtarılmış yeni hareket üssü” olarak kurguluyor olsa gerek. Öte
yandan buranın yeniden imarı vs. ile açılan “yeni ekmek kapısını” kimselerle
paylaşmak da istemiyor. “Tamamen benim” demeye getiriyor.
Erdoğan’ın, Suriye’nin
asıl sahibi edaları
Nitekim Erdoğan, kabul ettiği Suriye’nin “yeni hükümet heyeti” ile yaptığı
görüşmelerin ardından yaptığı açıklamalarla, Suriye’nin “asli sahibi” olduğunu
da ilan ediverdi: “Herkes bölgeden elini çeksin. Biz Suriyeli kardeşlerimizle
beraber DEAŞ’ın da YPG’nin de diğer terör örgütlerinin de kafasını kısa sürede
ezeriz. (…) halihazırda Suriye’deki en ciddi sıkıntı ülke topraklarının
neredeyse üçte birini halen işgal altında tutan YPG terör örgütüdür.” (https://www.voaturkce.com/a/erdogan-herkes-suriyeden-elini-ceksin-biz-suriyeli-kardeslerimizle-deasin-da-ypgnin-de-kafasini-ezeriz/7937478.html)
Sanırsınız ki İŞİD’in Kobne’de zaferini ilan etmesini; “Kobane düştü
düşecek” diye el ovuşturarak bekleyen kendisi değilmiş gibi, bugün İŞİD’e karşı
yürütülecek mücadeleyi “Evelallah” kendilerinin yürütebileceğinin sahte
teminatını vermeye çalışıyor NATO’lu müttefiklerine.
Öte yandan ve asıl önemli olanı ise; Suriye’nin bilmem ne kadar kısmının ve
doğal kaynaklarının bilmem ne kadarının kendi mezhebinden olan şeriatçı kardeşlerinin
denetiminde olmayıp, Suriyeli seküler-laiklik Kürtlerin elinde bulunmasıymış…
Sormak gerekmez mi;
sana ne bundan? Orası senin ülken mi? Esad, ülkeyi terk etmeden önce tapusunu
sana mı devretti? İşine geldiğinde sarılıp sığındığın o ‘Uluslararası Hukuk’a
ne oldu? Sen hangi hak ve hukukla bir başka ülkenin iç işlerine böyle mafya
vari dayılanmalarla müdahil olmaya kalkıyorsun?
Bu konuda öylesine fütursuzca bir yaklaşım sergileniyor ki örneğin MİT
kafalı Hakan Fidan da ülkenin yeni isminin ne olacağına karar verebiliyor: “(…)
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, devletin adının da mevcut ismi olan Suriye Arap
Cumhuriyeti olacağını ifade etti.” (https://gazeteoksijen.com/turkiye/fidandan-suriye-aciklamasi-devletin-adi-suriye-arap-cumhuriyeti-olmaya-devam-edecek-232215 )
Ufku, 782 bin
kilometrekare ile sınırlamama pervasızlığı
Erdoğan iktidarı ve “Devlet aklının” bütün bunlarla meramı, ideolojik
olarak aralarında “kan bağı” olan HTŞ üzerinde ki nüfusunu en “verimli” bir
şekilde kullanarak; Suriye’de suni-selefi bir şeriat rejiminin inşasını temin
etmek ve böylelikle de Suriye’yi, mümkün olursa bir bütün olarak (toprak bütünlüğüne
yapılan baskın vurgu bunun bir ifadesidir), bu mümkün olmazsa; HTŞ’nin
kontrolünde kalacak kısmını, Türkiye’yi Türkiye’den daha büyük kılmak için, “yavru
vatan” yapmaktır.
Keza “Türk-Kürt İttifakı” ile güdülen meramın da Türkiye’yi Türkiye’den daha
büyük yapmak olduğu göz önüne alındığında, böylelikle Misak-ı Milli
hülyalarının da bu şekilde önemli oranda gerçekleştirilebilir olabileceğini varsayıyor
olmalılar.
Bir taşla iki kuş
avlama hesapları
Bu her iki boyut üzerinden sağlanacak başarı ile de milliyetçi-muhafazakâr
ve fanatik İslamcı kesimlerin yanı sıra DEM Parti seçmeni Kürtlerin de “Reisi”
bir dönem daha tahta seçeceklerini hesap ediyorlar muhtemelen.
“Demokratikleşme”
aldatmacasına prim vermemek gerekiyor
Öcalan, Demirtaş ve DEM Parti’nin bu süreci “Demokratikleşme süreci” olarak
lanse etmeleri ise gerçekten de vahim bir yanılgı ve yanıltmadan öte bir şey
değildir. Tabii “demokratikleşme” ile kast ettikleri sadece Kürtlere, üniter
devlet şemsiyesi altında, alt düzeyli bir takım ulusal haklar verilmesinden
ibaret değilse. Bu, elbette Kürtler açısından bir kazanım olarak
değerlendirilebilir; ama bunun, verilen bunca mücadelenin ve ödenen onca
bedelin karşılığı olmayacağı da acı bir gerçektir. En başta Kürtler olmak
üzere, hiç kimsenin içine sinmeyeceği de rahatlıkla söylenebilir.
Öte yandan Mevcut faşist Siyasal İslamcı ve Türk milliyetçisi bu bloğun
iktidarı altında, Kürtlerin bu alt düzeyli ulusal haklarına kavuşmasının aynı
zamanda Türkiye ve K. Kürdistan’da genel hak ve özgürlükler anlamında bir
demokratikleşme sağlayacağı anlamına da asla gelmeyecektir. Tam aksine Erdoğan
giderek daha da otoriterleşmek zorundadır. Buna, hem dünya savaşına hazırlık
anlamında iç faşistleşmeyi daha da pekiştirme zorunluluğundan ötürü mecburdur
(nitekim dünyanın birçok yerin de ha bire faşist partiler iktidara geliyor ve
böylece buralarda da iç faşistleşme süreci olanca hızıyla yaşanmaya devam
ediyor). Ve hem de gerek ideolojik zihin yapısı olarak ve gerekse de giderek
daha da derinleşecek olan iktisadi krizi başka yöntemlerle yönetebilme şansının
olmamasından ötürü buna mecburdur.
Dolayısıyla da bütün bunları perdeleyerek böylesi ham hayal bir beklenti
oluşturmak, herhalde ki halka yapılabilecek en büyük kötülüklerden bir başkası
olacaktır.