İktidar bloku ne yapmak istiyor?

 



Halil Gündoğan

18.09.2025

 

Genel bir perspektif 

Bir tespit olarak öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor: “İktidar bloku” derken, tıpkı daha önce “devlet” derken nasıl ki yek pare bir bütünden bahsedilemeyeceğinin altını çizdiysek; “iktidar bloku” da aynı şekilde her konuda birebir aynı yönelim ve beklentilere, aynı yakın ve orta vade hesaplarla hareket eden bir “blok” olmadığının da altını kalınca çizmek gerekiyor. Mevcut iktidar bloğunun bir ittifak bloğu olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, bunların esasen bir döneme/sürece dair asgari müşterekler üzerinden ortaklaştıkları da zaten kendiliğinden anlaşılır olacaktır. Çıkar ortaklığına ve birbirlerini kullanma miadına koşullu, geçici ittifakalardır bu tür ortaklıklar. Dolayısıyla da çok kolay bir şekilde birbirlerine rest çekip, ipleri koparabilirler de.



Keza bloğu oluşturan her bir klik veya onları temsil eden partiler de yekpare bir bütün değillerdir. Orada da ta baştan farklı çıkar grupları ve farklı perspektif sahipleri asgari müşterekler üzerinde buluşabilmeleri mümkünken; zaman içinde ayrışıp farklı pozisyonlar da kazanabilirler. Ve bunlar da bir noktaya gelince birbirlerini tasfiyeye yönelebilir veya tasfiye ederler. Bu, bir sınıflı toplum realitesidir. Birliği de kopuşmayı da koşullayan belirleyici ana unsur; iktisadi ve siyasi çıkar ilişkileridir. Dolayısıyla da kalıcı dostluklar ve düşmanlıklar, kalıcı ittifaklar veya bloklaşmalar olmaz bu alemde.

Sınıflı toplumların bu karakteristik özelliği doğru kavranmadan devlet içi güç dengelerini ve çatışmalarını, egemen sınıf kliklerini, bunların kendi aralarında ve kendi içlerindeki birlik ve çatışma hallerini, keza egemen sınıf klikleri ile devlet aygıtı arasında tek düze olmayan değişken ilişki diyalektiği hesaba katılmadan; iktisadi ve siyasi sahada yaşanmakta olanları yerli yerine oturtarak analiz etmek pek olası olmaz.

Mevcut iktidar bloğu

Ana omurgasını, 2002 yılından beri siyasal İslamcı Erdoğan liderliğindeki AKP’nin oluşturduğu iktidar bloğunun bugüne kadar iki esaslı ortağı oldu. Bilindiği gibi bir dönem, yine kendisi gibi siyasal İslamcı bir oluşum olan Gülen grubuydu ilk ortağı. “Ne istediler de vermedik” diyecek kadar da devletin tüm olanaklarını kendilerine sunmuşlardı. Sonra, elbirliğiyle semirttikleri pastayı paylaşmada birbirlerine kazık atıkları deşifre olunca; kanlı-bıçaklı, ölümüne düşman kardeşler oldular.

Bu durumu fırsat belleyen “derin devlet” aparatı Türk milliyetçisi ırkçı faşist parti MHP Erdoğan’a el uzattı. Asgari müşterekleri devlet yapısını, özelliklede yürütme yetkisinin tek elde toplandığı başkanlık sistemi vari bir sistem olan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak değiştirmek ve yerleştirmekti. Nitekim bunu önemli oranda başardılarsa da ancak henüz tamamına erdirebilmiş de değiller. Bunun için öncelikle anayasanın bu sisteme tam uyarlı hale getirilmesi gerekiyor.

Yeni asgari müşterek 

Keza bu iktidar bloğu, bir devlet projesi olarak yeni bir asgari müşterek daha oluşturmuş durumda: Kürt-Türk İttifakı zemininde, Kürtlerin ve Türklerin kurucu öğe olduğu, Kürtlerin Türk devletine entegrasyonu esası üzerinden kurgulanan yeni bir Türk ulus devleti inşa etmek. Keza Kürt-Türk İttifakını sadece K. Kürdistan Kürtleri ile değil, diğer parçalardaki tüm Kürtleri kapsayacak şekilde gerçekleştirerek ve mümkün olursa buna en azından Suriye Araplarını ve bölgeTürkmenleri de ekleyerek, Misakı Milli sınırları üzerinde Türkiye’yi coğrafi olarak da büyütmek… Tabii anlaşılacağı üzere, bütün bunlara da hukuki bir zemin oluşturabilmek için anayasayı yeniden düzenlemeleri gerekiyor.

 İkinci asgari müşterek bir devlet projesidir

Bu ikinci asgari müştereğin bir “devlet projesi” olduğunu zaten iktidar bloğunun kendisi de keza MİT başta olmak üzere, devletin belli başlı güvenlik bürokrasisi ve “devlet aklının” sözcülüğü görevi üslenmiş bazı yazar çizer tayfası da açıkça beyan etmektedir. Ayrıca bugüne kadar gerek devlet içi güç odaklarından ve gerekse bunları temsilen burjuva kliklerden ve onların partilerinden kayda değer bir karşı çıkış olmadı. Bu demek olur ki konunun genel hatları ve ana prensipleri üzerinde, devlet içi güç odakları ve ana aktör burjuva klikleri arasında, bir mutabakat söz konusudur.

Uluslararası boyutu da olan böylesi bir projenin, BOP kapsamı dışında ele alınamayacağı da zaten kendiliğinden anlaşılır olsa gerek. Yani Türkiye’nin, Misakı Milli sınırları üzerinde kurgulanan coğrafi olarak büyütülmesi projesi, Türk devletinin kendi başına buyruk olarak planlayamayacağı da anlaşılır olsa gerek. Yani mevcut koşullarda ve güçler dengesi realitesinde ille ki BOP patronlarının en azından ABD ve İngiltere gibi baş aktörlerinin bir şekilde bir icazetinin olması gerekiyor. Tabii bu icazetin ancak ki çok stratejik bir şeyler karşılığında satın alınmış olabileceğini ifade etmeye bile gerek yok herhalde ki değil mi? Neyin karşılığında olduğu ise zaten bir sır değil: Öncelikle BOP kriterleri gereğince Türk devletinin İsrail ile stratejik dostluk ilişkisi içinde olacağının sözü verilmiştir. Keza BOP’un tamamlanmasının ana halkalarından olan İran’daki Molla rejiminin bir şekilde tasfiyesinde kendisine biçilen rolün gereğini yerine getireceğinin güvencesi de verilmiştir. Bu iki ana başlığın, pazarlığın temel omurgasını oluşturduğunu söylemek kesinlikle isabetli olacaktır. Buradan şu sonuca varmak da yanlış olmayacaktır: “Proje, bir devlet projesi olarak dillendirildiğine göre, demek ki bu iki konuda da gereken güvenceler verilmiş ve icazeti de alınmıştır.”

 Kürt-Türk İttifakının ele alınışındaki sıkıntılar

Bu projenin hayat bulabilmesi için tabii ki öncelikle Kürt-Türk İttifakının da sağlanmış olması gerekir. Çünkü ortada hali hazırda kurulmuş ve resmiyet kazandırılmış böylesi bir ittifak yok. Türk tarafı adına devletin çekirdek gücü olarak “derin devlet” denilen güvenlik bürokrasinin ana omurgasını oluşturduğu bir odağının, Kürt tarafı adına da PKK’nin “derin önderliği” olarak Öcalan’ın kapalı kapılar ardında Kürt-Türk İttifakını kurduklarına hükmetmiş olmaları, doğallığıyla anlaşılacağı üzere, böylesi bir ittifakın sahada ve fiiliyatta kurulmuş olduğu anlamına gelmez. Nitekim sahadaki gerçeklik de bunu gösteriyor: Türk tarafında bir şekilde rıza alınabilse de ama bu ittifakın Kürtlere kolektif ulusal hakları konusunda hemen hemen hiçbir siyasal statü vadetmiyor olması, doğal olarak Kürt halkı ve siyasi oluşumlarının ekseriyetinin rızasını oluşturmuş değil. Kolektif iradesini Öcalan’a teslim ettiğini beyan eden PKK bile, pratik yaklaşımlarıyla, bu sürece karşı ihtiyatlı olmayı terk etmiş değil. Hele ki Türk devletinin bir taraftan Kürt-Türk İttifakını Misakı Milli kapsamında stratejik bir ittifaklık olarak sunup, diğer taraftan da Rojava Özerk Yönetiminin kendisini feshederek şeriatçı Şam devletine entegre olmasını dayatıyor oluşu, doğal olarak Kürtlerdeki soru işaretlerini çoğaltıyor. Ortada haklı temellere dayalı bir güvenmeme durumu söz konusu. Böyle olduğu için de devletin daha fazla güven verici adımlar atması ve Öcalan’ın daha açık ve tatminkâr açıklamalar yapması beklentisiyle, adım atmakta ağırdan alıyorlar.

 Öcalan ile devletin Kürt-Türk İttifakının her bir parça Kürdistan somutunda nasıl ve hangi yöntemlerle gerçekleştirileceğine dair almış oldukları karar nedir ki Türk devleti adına söz kurma yetkisi bulunanlar ısraren; “Avrupa kanadı ve Rojava yapılanması da dahil olmak üzere, PKK’nin tüm uzantıları Öcalan’ın çağrısına uyarak kendisini feshetmelidir.” diyebiliyor? Burada, daha önce dikkat çektiğimiz gibi şayet oyun içinde oyun kurgulayarak işi tavına getirme zamanlaması gözetilmiyorsa; demek olur ki Öcalan, Rojava Kürtlerinin Türk ulus devletine entegrasyon tarzını, tıpkı K. Kürdistan Kürtlerinin entegrasyonu tarzında olmasını istiyor. Yani herhangi bir siyasal statü sahibi olmadan… Evet, bu ısrardan böylesi bir varsayıma ulaşmak çok abes değil. Ancak devletin ve Öcalan’ın dillendirdiği: “Kendisini feshederek bulunduğu ülkenin merkezi devletine entegre olmalı” şeklindeki bu söylem ve istek; ön görülen Kürt-Türk İttifakı amacına da Türkiye’yi Misakı Milli zemininde büyütme projesinin ruhuna da aykırı olduğundan; bu söylemin, gerçek anlamda yapılmak istenin ifadesi olamayacağı, dolayısıyla da yapılmakta olanın, açıkça “top çevirme” tarzında bir şey olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.

İktidar blokunun burada böylesi agresif ve grift bir tarz izliyor oluşunun temel nedeni, İsrail ile girişilen, Suriye’nin kimin hakimiyeti altında olması arzusunun yarattığı rekabet ve pazarlıktır. Türk devletinin Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve üniter devlet oluşumuna bunca vurgu yapmasının, keza Colani’ye bunca yatırım yapması ve onu sıkı bir markaja almasının temel nedeni budur aslında. Erdoğan’ın Kürt-Türk İttifakı söylemine, Kürt-Türk-Arap İttifakı söylemini ilave etmesi de tamamen bu kapışmada Suriye’nin tamamını kendi yanında tutma arzusudur. Bundandır ki Colani’yi sürekli bir şekilde İsrail etkisinde kalmaktan koruyucu ataklar geliştiriyor. Çelişkilerini kızıştırıyor ve hamiliğine soyunuyor açıkça. İsrail de buna karşı Dürziler, Aleviler ve Kürtler üzerinden oyun kurmaya çalışıyor. Yani bu iki devlet her ne kadar da BOP kapsamında bölgenin iki dost lider gücü olarak konumlandırılmışlarsa da ama bu, aralarında rekabetler ve taktiksel çıkar farklılıkları olmayacağı ve bunlar üzerinden sürtüşmeyecekleri anlamına gelmez. Bilakis Siyonist İsrail politikacılarının “vadedilmiş kutsal toprakları” fethetme ve İsraillerin güvenliğine dair sahip oldukları şizofrenik kaygılarla yakın çevrelerini işgal etme maceraları, kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelme potansiyelini büyüterek var ediyor olacaktır.  Fakat hemen belirtmek gerekiyor ki bütün bunlara rağmen bu iki devlet en azından şu BOP sürecini tamamına erdirme evresinde basbayağısından bir savaşa girmeyeceklerdir. Siz bakmayın Türk devlet yetkililerinin sırf iç cephe tahkimatına malzeme yaptıkları boş salvolarına, isteseler de bunu yapamayacaklardır. Çünkü BOP’un patronları buna asla fırsat vermeyeceklerdir. Ama olur da Türk devleti NATO’dan ayrılıp, karşı blokla stratejik ilişki geliştirişe, işte o zaman işin rengi değişebilir tabii.

 Peki emperyal hedefler güden bu iki agresif devletin Suriye sahasındaki çekişmelerinin bir sonu yok mu? Elbette var. Muhtemelen bu, Türkiye’nin İsrail’in istemlerini kabul edip, şeriatçı kardeşlerinin Şam devletini İsrail’e askeri tehdit oluşturacak şekilde silahlandırmama garantisi vermesi ve Şam devletinin de İsrail ile güvenlik anlaşmaları imzalaması halinde mümkün olabilecektir. Tabii İsrail’in de Suriye topraklarını işgalden vazgeçmesi karşı koşuluyla. “İşgal edilen yerler” meselesi ise galiba önemli oranda örtbas edilmek istenecektir. Çünkü her iki devlet de hali hazırda Suriye’de işgalci pozisyonda.

 İçte ve dışta gerilim siyaseti 

Gerilim siyaseti, iktidar bloğunun ve ama esasen de dinci faşist Erdoğan’ın yönetme, iktidarını koruma ve devam ettirebilmede baş vurduğu temel enstrümanı olageldi. Bu, özellikle de devlet aygıtında artık ipleri önemli oranda ele geçirdiğine kanaat getirdiğinden beridir böyle. Çok daha belirgin olarak ise, din kardeşi Gülencilerin 15 Temmuz darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” sayarak, MHP ile kol kola verip devletin stratejik mevkilerini ele geçirdiği ve tüm yetkileri kendisinde topladığı ve adına “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” dedikleri süreçten beri, artan oranda böyle. Yani kendi iktidarına ve icraatlarına risk ve tehdit oluşturduğunu düşündüğü tüm toplumsal ve siyasal kesimleri şeytanlaştırıp kriminalize ederek, bir şekilde etkisizleştirip, tasfiye ederek kendisini var etmeye çalışıyor. Bu tarzı siyasetin düne dair örnekleri hepimizin malumu olduğundan, bugüne dair bir iki çarpıcı örnekle bunu somutlamak yeterli olacaktır.

 İmamoğlu ve CHP operasyonları

Daha önceki bir makalede de bu iki operasyonu hâkim sınıf klikleri arası dalaş ve didişme olarak tanımlamanın, yapılmak istenenlerin gerçekliğini örtüleyen yanlış bir teşhis olduğuna değinmiştik. İktidar bloğu açısından CHP, hem yaşanan ve bir türlü aşılamayan ekonomik krizin halkı güçlü bir itkiyle ana muhalefet partisine yöneltmesi ve hem de bir devlet projesi olarak üslendikleri malum sürecin gereklerinin tatmin edici şekilde yerine getirilmemesi halinde hem devlet içi bir takım güç odaklarının ve hem de Kürt Siyasal Hareketinin süreci CHP ile tamamına erdirme tercihinde bulunma güçlü olasılığı bakımından, ekarte edilmesi gereken bir hedef durumunda. Ancak sadece bunlar da değil; en az bunlar kadar belirleyici bir diğer etmen de yeni anayasa konusudur. Yeni anayasada İktidar bloğunun malum olduğu üzere iki kırmızı çizgisi var. Bunlardan biri mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini yeni hukuki düzenlemelerle daha da tahkim etmek iken, ikincisi ise mevcut anayasada şeri hukuka engel olan bölümleri temizleyerek; yeni anayasayı şeri hukukun da uygulanabilmesine imkân tanıyan bir özelliğe kavuşturmak. Keza yeni anayasada bunlara ek olarak yer alınması istenen bir diğer şey de kurgulanan yeni Türk ulus devletinin hukuki koşullarının oluşturulması.

 Bilindiği gibi, yeni anayasanın kolayca hazırlanması için CHP’nin desteğine ihtiyaçları var. Bundan ötürü, “normalleşme” taktiğiyle, CHP’yi kontrollerine alıp, edilgen bir partner yapmayı denediler. Ancak CHP ilk iki koşula onay vermeyeceğini net bir şekilde beyan edince; devreye CHP’yi zor yöntemleri kullanıp burnunu sürterek yola getirmeyi devreye soktular.

 Bunun startını İmamoğlu operasyonuyla verdiler. İki koldan çekilen operasyon tamamen onu seçim dışı bırakma operasyonuydu. Böylece cumhurbaşkanlığı seçiminde karşısına gelecek olan en güçlü ve iddialı rakibini ekarte etmiş olacaktı. Nitekim, farklı sürprizler yaşanmaz ise bunu başardığını söylemek pekâlâ mümkün.

 CHP’li belediyelere çekilen “yolsuzluk” operasyonlarıylaysa birden çok hedef güdülmekte. Bunların en başında CHP’yi kriminalize edip itibarsızlaştırarak, CHP’ye yönelen seçmen tercihlerini etkilemek yer alır. Keza belediyeler aracılığıyla elde edilen ranta konmak ve keza “belediye hizmetleri” üzerinden de seçmen tercihlerini etkilemek. CHP’yi iç karışıklıklara çekerek, enerjisini burada harcamak vs. vs. Fakat bu her iki operasyona da kitlesel sokak direnişleriyle karşılık veren CHP, iktidar bloğu nezdinde artık daha köklü tedbirlerle halk ve özel olarak da Kürt Siyasi Hareketi nezdinde de alternatif bir seçenek odağı olmaktan tamamen veya önemli oranda çıkarılması gereken bir “baş belası” idi. İşte bu yüzden CHP bu kez kongre ve kurultayları üzerinden hedefe oturtuldu. Yargı yoluyla CHP işlevsiz bir rakip haline getirilmek isteniyor. Bunu ne oranda başarabileceklerini ise hep birlikte bekleyip göreceğiz. (CHP’yi nispeten daha kolay lokma kıvamına getirmek ve direncini olabildiğince etkisiz kılmak için; hatırlanacağı gibi “küçük” bir gözdağı da seküler yaşamdan ve burjuva hukukunun korunmasından yana iktidar bloğuna ayarlar çekmekten vazgeçmeyen TÜSİAD’a ve İstanbul Barosu’na verilmişti.)

Fakat elbette ki “bekleyip göreceğiz” derken; “Bu bizi ilgilendiren bir durum değil. İki hâkim sınıf kliğinin dalaşı, yesinler birbirlerini, ayakta kalanı da biz yeriz devrimle” türünden, kayıtsız kalma gerekliliği kastediliyor değil. Süreç şayet iktidar blokunun anayasa değişikliğine ilişkin ilk iki gündemi üzerinden analiz edilirse; kayıtsız kalınıp kalınamayacağı da zaten kendiliğinden ortaya çıkar. İktidar bloku gerek tek adam rejiminin mevcut anayasa ile uyuşmaz yönlerini giderip, onu anayasal bir güvenceye kavuşturarak tahkim etmek ve gerekse özel olarak siyasal İslamcı Erdoğan’ın bir rüyası olan şeri hukuku anayasal güvenceye kavuşturmak bakımından yeni bir anayasa yapmaya mecbur. Kimi çevreler Diyanet İşleri Başkanlığının özelde kadınlara, genelde yaşam tarzına ilişkin ve Milli Eğitim Bakanlığının yeni müfredat doğrultusunda okullara, öğrenci ve öğretmenlere, keza RTÜK’ün “aile kutsiyeti” ve “ahlaki değerlerimiz” maskesi altında TV dizilerine varıncaya dek çektiği ayar ve dayattıkları, tamamı dini esaslı bu yeni isteklerinin ne anlama geldiğinin herhalde yeterince idrakinde değiller ki anayasanın şeri hukuka uyarılı hale getirilmek istendiğine ya inanmıyorlar, yada pek ciddiye almıyorlar. Oysa bu her iki konunun, toplumun yaşamını çok daha doğrudan ve çok daha koyu bir şekilde dinci-faşist bir cendere kıskacına sokacağı kesindir. Böyleyken buna nasıl ve ne adına, hangi haklı gerekçeyle kayıtsız kalınabilir acaba?

Toplum laik, demokratik ve sol-sosyalist kesimlerin kayıtsız kalma lükslerinin olmadığı çok kritik bir süreçten geçmekte. Bu dinci-faşizan gericiliğin ve koyu otokratik rejimin önünün kesilmesi hem demokrasi ve hem de iktidar hedefli devrimci siyasal mücadelenin taktiksel mevziler kazanması bakımından günün en öncelikli görev ve sorumluluğudur. Devrimci özneler bu gidişatın önünü devrimci bir kalkışmayla kesme gerçekliğine sahip değillerse; bu durumda yapılması gereken şey, herhalde ki boş devrimci laflar etmek değildir. Yapılması gereken, bu gidişattan hoşnut olmayan, buna karşı olan ve bir şekilde direniş gösteren tüm toplumsal dinamiklerle pratikte güç ve eylem birliği gerçekleştirerek, bir direniş ve püskürtme hattı örmektir. Mevcut koşullar realitesinde bunun dışında bir başka çıkar yol, maalesef ki bulunmuyor. Keza mevcut koşullarda görüldüğü kadarıyla CHP bu iki konuda da iktidar bloğunun önüne dikilmiş en büyük ve en ciddi siyasal güç konumundadır. Talepler bakımından da neredeyse toplumun yüzde yetmişlik bölümünün fiili temsilini omuzlamış durumda. Burada öne çıkarılması gereken, CHP’nin ideolojik ve bütünsel siyasal kimliğinin ne olduğu değil; mevcut süreçte toplumun karşı karşıya bırakıldığı dinci-faşizan karanlığa karşı takındığı pratik tutum olmalıdır. Taktiksel siyasal mücadelenin gereği de budur.

 İktidar bloğu kendi içinde de çatışmalıdır 

Bu, hem iktidar bloğunun iki ana unsuru arasında ve hem de Erdoğan’ın kendi iç cephesinde böyledir. Bunun en son örneklerini Erdoğan’ın MHP yandaşı olduğu ileri sürülen 30 civarında il emniyet müdürünü merkeze çekip, bunlar yerine kendisine daha yakın ve sadık memurlar atamasıyla, keza savunma sanayinde ki rant dalaşında Bahçeli’nin özel dostu faşist bir mafya liderini tutuklatmasıyla, MHP önde gelenlerinin bu operasyonları “devlet içinde yeni bir paralel yapı” olarak niteleyip sert çıkması örneğiyle, Erdoğan’ın MHP’nin gemlerini çekmesi olarak okumak yanlış olmaz. Keza Erdoğan’ın, din kardeşliği de bulunan ve bizzat kendi iktidarınca yol verilerek semirtilen, bünyesinde TV kanallarından tutunda özel eğitim kurullarına varıncaya dek 120 kuruluş ve şirketi barındıran Can Holdinge çökme operasyonlarıyla da hem esas olarak kendi iç cephesini arındırıp sağlamlaştırma ve hem de CHP’li belediyelere çökme operasyonlarının bahanesi yapılan “yolsuzluk” gerekçesinin toplum nezdinde yiten inandırıcılığına bir nebze ivme kazandırma amacı güttüğü de rahatlıkla ifade edilebilir. Ve dikkat çeken bir diğer ayrıntı da bu operasyonun jandarmaya yaptırılmış olmasıdır. Hatırlanırsa son Yüksek Askeri Şurada normal işlerlik dışına çıkılarak ordu komuta kademelerinde yeni kadrosal düzenlemelere de gidilmişti.

Bütün bunlar asla hafifsenecek sıradan ve tesadüfü şeyler olmayıp; iktidar bloğunun kendi iç dalaşı olasılığına karşı gerek ortağının alanını daraltma ve gerekse kendi iç cephesini sağlamlaştırma ve ön alma adımlarıdır. CHP’ye çekilen operasyonun bir boyutu da zaten MHP ve Kürt Siyasal Hareketi nezdinde CHP’yi Erdoğan karşısında yönelecekleri bir alternatif partner olmaktan çıkarıp, kendisini alternatifsiz zorunlu bir seçenek konumunda tutmaktır. Vs. vs.

İşte gerek iktidar blokunun ve gerekse genel gidişatın bütün bu özellik ve ayrıntıları görülmez ve doğru tarzda analiz edilmezse, günün öncelikli görev ve sorumlulukları da okun sivri ucunun yöneltilmesi gereken baş düşmanı da baş düşman karşısında birleşilecek güçler ve mücadele tarzı da isabetli bir şekilde belirlenemez. Belirlenemeyeceği gibi, kolları kavuşturarak kıyıda seyirci pozisyonunda beklemenin en doğru tavır olduğu varsayılmaya devam edilir.