Halil Gündoğan
11.12.2024
Keza taşeron güçler olarak Türkiye-SMO, HTŞ, SDG ve Esad Rejimi muhalifi diğer bazı toplumsal kesimlerin de belli kazanımlar elde eden taraflar olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Paylaşım
savaşının ikinci evresinin ise esasen BOP stratejisinin ön gürmüş olduğu
önceliklere uygun olarak dizayn edilmek isteneceğini söylemek yanlış
olmayacaktır. Bunda elbette Rusya ve Türkiye ile kapalı kapılar ardında yapılan
pazarlık ve anlaşmalar da gözetilecektir. Rusya’nın Suriye’den bu kadar kolay
vazgeçmesinin mutlaka ki bir karşılığı vardır. Muhtemelen ABD’nin yeni yönetimiyle
Ukrayna üzerinden yapılan pazarlıklarda varılan bazı anlaşmalar karşılığındadır
bu kolay vazgeçme durumu.
Türkiye ile neler üzerinde anlaşıldığını
doğrudan ifade edebilmek, eldeki verilerle şimdilik çok öyle kolay değil; çünkü
bu, önemli oranda hem biraz da Suriye’de pratikte/sahada nasıl bir yönetim
tarzının mümkün olabileceği ve keza değişen iç güç dengelerinin neleri ne yönde
motive ettiği/edeceğiyle ve hem de Türk Devleti’nin Kürt sorununun çözümüne
sunacağı somut perspektifle son şeklini alabilecek bir özellik arz ediyor gibi.
Bir çağrı:
27 Kasım’da, sahada gerek Türk Devleti ve militarist gücü SMO ve gerekse şeriatçı HTŞ ve daha pek çok irili-ufaklı cihatçı paramiliter güç tarafından, top yekûn bir karşı saldırı başlatıldı. Bunun üzerine başta Kürtler olmak üzere sol-sosyalist ve ilerici-demokrat kamuoyunda haklı olarak Rojava Özerk Yönetimi’nin akıbetine ilişkin kaygılar oluştu. Çünkü Türk Devleti ve paramiliter güçlerinin de diğer cihatçı oluşumların da hedefinde olan bir yerdi Rojava. İşte bu kaygıların bir ifadesi olarak şu türden çağrılar yapılmakta: “Rojava Devrimini savunmak için görev başına!” veya “Rojava Devrimini savunmak özgürlük isteyen herkesin görevidir.” Vb.
Fakat en azından şu geçen on günlük süre zarfında Türk devleti ve taşeronu SMO’nun lokal ve tali bazı saldırı ve tehditleri ve keza bir-iki noktanın işgal edilmesi dışında; beklenilen çap ve boyutta bir yönelim olmadı. HTŞ’nin ise hiçbir yönelimi olmadığı gibi, sahada bazı yerler üzerinde uzlaşıya dayalı pratik çözümler içinde oldukları da görüldü.
Daha önce gerek
İŞİD ve gerekse Türk Devleti ve beslemesi paramiliter cihatçı çetelerinin
saldırıları karşısında nasıl ki Rojava ve Rojava Devrimi sahiplenilip
savunulduysa; elbette bugün de bu türden saldırılar olsaydı, aynı şekilde
sahiplenilip savunulacaktı. Çünkü sol-sosyalist çevreler açısından bu tutum
pragmatik değil; ilkeseldir.
Realiteden kopuk çağrılar
Bu bağlamda olmak
üzere, yukarıdaki çağrı benzeri çağrılar anlamlı olduğu kadar isabetlidir de. Fakat
realiteden kopuk şu türden yaklaşımlar ise bir o kadar isabetsiz ve ilkesizcedir:
“(…) Tüm politik ajitasyon ve eylem
biçimleriyle Rojava Devriminin yanında emperyalizme, sömürgeciliğe ve cihadist
faşist çetelere karşı mücadeleyi büyütelim.” denilmekte örneğin. (https://www.avrupademokrat3.com/rojava-devrimini-savunmak-icin-gorev-basina-atilim/ )
Ulusal hareketlerin desteklenmesi koşulsuz değil,
koşulludur
Bilinir ki biz Marksistlerin ulusal kurtuluş hareketlerine karşı destek tutumu koşulsuz değil; koşulludur. Yani Marksistler her türden ulusal kurtuluş hareketini amasız, fakatsız desteklemez. Verili anda ki somut durumunu baz alır ve desteklenebilir olup olmadığını bunun üzerinden belirler.
Doğru tutum, Rojava somutunda da böyledir. Kürtlerin Rojava’da elde ettiği statü, demokratik bir hak olarak kendi kaderlerini tayin etme kapsamında olduğundan; bu hakkın kullanılmasına veya yaşatılmasına yönelik her türden fiili saldırı karşısında durmak, günün görev ve sorumluluğu gereğiydi. Nitekim sol maskeli bazı sosyal-şoven kesimler dışında Uluslararası Komünist Hareketin tüm bileşenleri başta olmak üzere, dünya genelinde geniş bir ilerici- demokrat kamuoyunca desteklenip, sahiplenildi de.
Bir ulusal
hareket, bazen ayakta kalabilmesi, bazen de kendi kaderini tayin edebilme
sürecini başarıyla tamamlayabilmesi için farklı çevre ve devletlerle
ilişkilenebilir. Bu, burjuva veya küçük burjuva önderlikli ulusal kurtuluş
hareketleri açısından ehveni şer olarak mazur görülebilir bir tutum olabilir.
Örneğin İŞİD’in Kobane’ye saldırısı sürecinde, İŞİD’i geriletmek isteyen ABD ve
diğer bir takım emperyalist devlet ve kuruluşlarla sahada ittifak ilişkisi
içinde olmak ve keza onlardan silah ve cephane tedarik etmek gibi taktiksel
birtakım ilişkiler geliştirmek gibi.
Peki yukarıdaki türden çağrılar neden isabetsiz ve
ilkesel olarak da yanlıştır?
Ancak mevcut durum aşıldıktan sonra bu taktiksel ilişkiyi kopartmayıp, tam aksine stratejik müttefik boyutuna taşımak işin rengini tümden farklılaştırır. Nitekim Rojava Özerk Yönetimi’nin özelliklede ABD emperyalizmiyle geliştirdiği ilişki, sırtını emperyalist bir büyük güce dayayarak varlığını sürdürme stratejisidir ki bu, en başta da o hareketi anti emperyalist bir hareket olmaktan uzaklaştırır.
Çok güçlü ile çok zayıf güç denkleminde kimin kimi kullanma kudretine sahip olduğunu tartışmak bile abes olur. Nitekim Rojava Özerk Yönetimi süreç içerisinde ABD’nin onay vermediği yerel seçimlerini bile yapma iradesi gösteremeyecek derecede bu gücün tahakkümü altına girmiş oldu.
Bugün ise
doğrudan ABD’nin sahadaki kara gücüymüş gibi hareket ediyor. Yani Rojava Özerk
Yönetimi, Suriye sahasında sürmekte olan emperyalist paylaşım ve Ortadoğu’nun
yeniden dizayn edilme projesinde, başını ABD-İngiltere ve İsrail’in çektiği
emperyalistler safında, kendisine verilen role uygun olacak şekilde, doğrudan
savaşa dahil olmuş durumda.
Türk Devleti ve paramiliter
gücü SMO dışında Rojava Özerk Yönetimine saldıran başka herhangi bir gücün
olmadığı bir realite ortadayken; “Rojava Devriminin yanında emperyalizme,
sömürgeciliğe ve cihadist faşist çetelere karşı mücadeleyi büyütelim” çağrısı
nasıl hayat bulacak acaba?
Rojava Özerk Yönetimi şu anda hangi emperyalistlere karşı savaşıyor ki biz de onunla birlikte bu anti emperyalist savaşa dahil olalım?
Rojava Özerk Yönetimi, baş savaş kışkırtıcısı NATO bileşenleri saflarında, BOP stratejinin kademe kademe hayat bulması için yürütülen savaşın, sahadaki kullanışlı kara gücü olarak, Rusya, İran ve Esad Rejimine karşı başlatılan operasyonun bir parçası oldu. ABD ve diğer müttefiki güçler Türkiye ve SMO’ya karşı bir savaş içine girmesini istemedikleri için, sahada bunların öyle top yekûn bir savaş durumu da yok zaten. Sadece Türk Devleti ve SMO’nun tek taraflı ve kontrollü olarak gerçekleştirdiği lokal bazı işgal girişimleri söz konusu.
Yani özetle; ABD-İngiltere ve İsrail kiminle savaşıyorsa, Rojava Özerk Yönetimi de onlarla birlikte saf tutuyor. Mesela bu güçler, İdlib’de ki uygulamalarıyla Suriye Taliban’ı olacakları kesin olan şeriatçı HTŞ’ye karşı savaşmadığı için, Rojava Özerk Yönetimi de doğal olarak savaşmıyor. Bilakis, objektif olarak aynı saflarda, “ortak düşmanları” olan İran ve Esad güçlerine karşı yürütülen operasyonun bir parçası olarak konumlanmış oldular. Oysa birlikte saf tuttukları bu kadın düşmanı şeriatçı güruh, bulduğu ilk fırsatta İŞİD’in intikamını en başta Rojavalı kadınlardan almaya yönelecektir. Kuvvetle muhtemel ki Humeyni’nin İran’da izlediği strateji ve taktiklerin özgün bir tekrarı HTŞ tarafından Suriye sahasında denenecektir. Yani gelecek günler başta kadınlar olmak üzere, tüm diğer mezhep ve inançtan halklar için kesinlikle çok daha karanlık olacaktır. Tabii bu, farklı hesaplar ve taktilerle onlara bugün yol verip önünü açanların asla umurlarında olmayacaktır; tıpkı Afganistan ve Somali’de olduğu gibi.
Peki Rojava Özerk Yönetimi bunu neyle nasıl izah edecek acaba? “Baş düşmanı alt etmek öncelikli görevdi” mi diyecekler mesela? Oysa malum emperyalist odakların ve Türk Devleti’nin hedefe koyduğu İran ve Esad güçleri Rojava Özerk Yönetimi açısından hiç te verili anda “sürecin baş düşmanları” değildi. Çünkü on yılı aşkın bir süredir rejimle bağlarını zaten fiilen koparmış ve özerk bir statü elde etmişlerdi. Anılan güçler kendilerine karşı fiilin savaşıyor da değillerdi. Dolayısıyla da başlatılmış olan bu operasyona müdahil olmalarını zorunlu kılan bir durum da söz konusu değildi. Yani bir başka ifadeyle; HTŞ ve SMO ile aynı saflarda olmalarını gerektirir nesnel bir zorunluluk hali de söz konusu değil. Hâl böyle olunca da kendi bölge ve kazanımlarını korumayı merkeze alan bir savunma pozisyonunda kalabilirlerdi. Doğru olan da bu olurdu. Hatta bu kaotik ortamı fırsata çevirip, bağımsızlıklarını ilan etme seçeneğinde de bulunabilirlerdi.
Peki bu durumda Rojava Özerk Yönetimi fiiliyatta hangi cihatislere karşı savaşıyor ki biz de onun yanında bu savaşa omuz verelim?
Rojava Özerk Yönetimi, özellikle de ABD ve İsrail’in, kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yönlendirdiği, Kürdistan toprağı olmayan yerlerin fethine girişti. Bunun neresini nasıl sahiplenip savunabiliriz acaba? Bunu kendisi açısından hangi “haklı” ve “makul” gerekçeler ve hesaplar üzerinden ifade edecek olursa olsun; olgunun yalın halini değiştiremez: Yapılan işgal ve ilhaktır.
Peki böyle bir
durumda onların yanında olabilir miyiz? Ya da bu işgal ve ilhakçı tutumundan
ötürü saldırıya uğrayacak olurlarsa, yine de Rojava Özerk Yönetimi’nin yanında
yer alınabilir mi?
Sonuç olarak
Elbette ki bütün
bu sorulara, Rojava Özerk Yönetiminin 27 Kasım 2024 tarihi itibariyle yaptığı
tercihlerinden ötürü, tereddütsüzce hayır demek gerekiyor. Çünkü bu tercihleri pratik
sahada onu, bir kısım emperyalist güçlerin kullanışlı aparatı konumuna
düşürmüştür. Bu konumu öz eleştirel bir yaklaşımla reddetmediği sürece de doğal
olarak bu tavır geçerliliğini korur.