Halil Gündoğan
28.12.2024
Bilindiği gibi T.C. Devleti, Osmanlı
İmparatorluğunun bakiyesi olarak Anadolu, Trakya ve Mezopotamya toprakları
üzerinde, ulus devlet modeliyle kurulmuştu. Bu kuruluş, bu ‘coğrafya’ da
yaşamakta olan tüm diğer yerel ulus ve ulusal azınlıkların yurtlarının da
ilhakıyla mümkün olmuştu. Kemalistler kurdukları bu devşirme ülkeye de “Türkiye
Cumhuriyeti Devleti” adını vermişlerdi. Tabii günlük konuşma dilinde kısaca, “Türkiye” adıyla anılacaktı.
Bütün bunların sıradan halktan
insanlar açısından sorgulanır ya da yadırganır bir tarafının olmaması gayet
normal elbet. Ancak bu ceberrut devleti yıkma ve yerine sosyalist bir sitem
inşa etme hedefiyle ortaya çıkan sol-sosyalist ve komünist hareketlerin bu
‘resmiyeti’ sorgulamaksızın kabullenmeleri ve kendi siyasal literatürlerinin
bir kavramı haline getirmeleri ise, elbette asla normal değil.
Hele ki çok uluslu bir devlet
yapısından ve Kürtlerin azınlık değil, ulusal bir topluluk olduğu, yurtlarının
Türk Devleti tarafından ilhak edilmiş olduğu tespitinde bulunan siyasal
hareketler açısından bu durum daha da vahimdir. Çünkü bu olgunun karşılığının, dayatılan
gayrı meşruluğun meşruiyetini tanımaktır. Ancak ne var ki bu yönlü bir sorgulama
yapılmaksızın, resmi söylem olduğu gibi benimsenerek kullanılmaya başlanmıştır.
Belki Mustafa Suphi dönemi,
olgunun henüz tam olarak şekillenmemiş olması bakımından, mazur görülebilir.
Ancak sonrası TKP açısından böylesi bir savunu yapılamaz. Gerçi bu TKP’nin,
Kürtlerin ulusal varlığı ve hakları konusunda devlet resmiyetine biat etmiş bir
realiteye sahip olduğu göz önünde bulundurulduğun da onlardan böylesi bir duruş
beklemek çok da anlamlı olmayacaktır.
Bu reformist-revizyonist hat
içinde Kürt realitesine vurgu yapan ender şahsiyetlerden biri olan Dr. Hikmet
Kıvılcımlı’da da sorunun bu yönünün henüz bilince çıkmadığı görülüyor. Keza
aynı şekilde ’71 devrimci çıkışının simge hareket ve önderlerinin tamamı da
aynı durumdadır.
Türk resmi tarih tezinin ve özel
olarak da Kemalizm’in esaslı eleştirisini yaparak diğer devrimci önderlerden
çok daha radikal bir duruşla sisteme cepheden tavır alan Kaypakkaya da maalesef
ki aynı durumdadır. Kürtlerin bir ulus olduğunu ve tüm ulusal haklarının Türk
Devleti tarafından gasp edilerek, “ezilen bağımlı bir ulus” statüsüne
sokulduğunu açıklıkla ifade etmiştir oysa ki. Ama buna rağmen, yine de
Kürtlerin yurdunun gasp edilmiş bir ülke olması sebebiyle, “Türkiye” denilen
ülkenin aslında iki farklı ülke gerçekliğini perdelediği için reddedilmesi
gerektiğini bilince çıkaramamıştır. Yani resmi tarihin “tekler” retoriğinden
olan “tek ulus” yalanını boşa çıkarmayı başarmışken; “ülkesiyle bölünmez bir
bütün” anlamında ki “tek vatan” yalan ve çarpıtmasını görememiş (ya da bunu yeterince
önemsememiş) ve haliyle de kerhen benimsemiştir.
Kaypakkaya dahil, dönemin tüm
diğer devrimci önderleri ve örgütleri, gerek “ülkenin sosyo-ekonomik yapı
tahlili” ve gerekse devrim stratejisine ilişkin teorilerini “Türkiye” toplamı
üzerine kurmuşlardır. Yani resmi söylemin “Türkiye”sini aslında iki farklı
sosyo-ekonomik yapı, bir başka ifadeyle iki farklı ülke olarak değil de Kürdistan’ı
“Türkiye’nin” bir bölgesi, yani doğal ve olağan bir parçası ön kabulü ile ele
almışlardır.
Böyle olduğu için de örneğin
Kaypakkaya “Türkiye yarı-feodal bir sosyo-ekonomik yapıya sahiptir.” tezinin
temel argümanlarını K. Kürdistan üzerinden oluşturur. Oysa o günün koşullarında
da Kaypakkaya Marmara, Ege, Akdeniz ve Trakya bölgelerinde kapitalist üretim
ilişkilerinin hâkim olduğunu ileri sürer. Ama sonuçta K. Kürdistan’daki baskın
feodal ve yarı-feodal iktisadi yapı üzerinden “Türkiye” tahlilini, “yarı-
feodal” olarak yorumlar. Aynı şekilde bu sosyo-ekonomik yapı tahlili, kırların
şehirlerden kuşatılması esprisine dayanan Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisinin
de temel dayanaklarından biridir. Yani K. Kürdistan bir bakıma “Türkiye”nin
kırsalı olarak görülmüştür.
Varsayalım ve bir ölçüde anlayışla
karşılayalım ki o kısacık sürecin devasa zorlu koşullarında Kaypakkaya ve diğer
devrimci önderler bunları görecek yeterli olgulara sahip olmamış olsunlar. Peki
ardılı hareketler için böyle bir “mazuriyet” durumu söz konusu edilebilir mi? Buna
yanıt olarak şöyle diyelim: En azından, Kürt Ulusal Hareketi’nin ulusal çelişki
temelinde geliştirdiği sosyal pratik bu mazuriyete en ufak bir prim vermez. Çünkü
bu sosyal pratik, söz konusu ulusal hareketin bir başka sosyo-ekonomik yapının
baş çelişmesi üzerinden varlık gösterebildiğinin somut kanıtıdır. Dolayısıyla
da hâlâ tek ülke ve tek devrim stratejisini öngören o eski teoride ısrar
etmenin hayatta bir karşılığı da yok. Ama böyleyken özellikle de Kaypakkaya,
Çayan ve Deniz ardılı hareketlerin büyük bir bölümü, demirledikleri aynı
limanda salınmaya devam ediyorlar.
Aslında bu sorunu “’Türkiye’ ve Sosyalist
Devrim Gerçekliği” isimli kitap çalışmamda yıllarca önce işlemiş ve temel
çerçevede alternatif bir teori de ortaya koymuştum. Fakat görünen o ki
özellikle de Kaypakkaya ardılı yapılar bu kitapta ileri sürülen görüşlere karşı,
en azından ideolojik-siyasi mücadele yürüterek kendi teorilerini daha bir
geliştirip yetkinleştirme adına da bir uğraş verme gereği duymuyorlar. Bu
sonuca, hali hazırda yazıp çizdiklerine bakarak varmak zor olmasa gerek.
Özetle: “Türkiye” denilen ülke,
Türkiye ve K. Kürdistan’dır. Yani iki farklı sosyo-ekonomik yapıya sahip, iki
farklı ülke! Birinin baş çelişmesi ulusal sorundur ve dolayısıyla da orada
güncel olan, ulusal demokratik devrimdir. Diğerinde süreci belirleyen olgu,
kapitalist üretim ilişkilerinin var ettiği sınıfsal çelişkidir. Dolayısıyla da
güncel olan, sosyalist devrimdir.
Ve her iki ülkede de koşullar ve
güçler dengesinde esasa ilişkin meydana gelen değişmeler, devrim stratejilerini
de farklılaştırmıştır. Her iki ülkede de (ama daha belirgin olarak da Türkiye’de)
Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi geçerliliğini yitirmiştir. Gerilla savaşı
artık K. Kürdistan’da da ancak ki tali bir unsur olarak rol oynayabilir.
Türkiye’de ise gerilla savaşı artık tamamen Toplu Ayaklanma Stratejisi’nin daha
çok da final evresinin bir unsuru olarak işlev görebilir. Bunun nasıl olacağını
Lenin çok açık bir şekilde tarif eder de. Dolayısıyla da Türkiye’de, öyle
bazılarının ileri sürdüğü gibi; silahlı
mücadele başından sonuna kadar geçerli olmaz. Bu, Lenin tarafından da Mao
tarafından da çok anlaşılır bir açıklıkla ortaya konmaktadır da. Örneğin şu
sözler Mao’nundur:
“İktidarın silah zoruyla ele
geçirilmesi, sorunun savaşla çözülmesi, devrimin başlıca görevi ve en yüksek
biçimidir. (…) Ama ilke aynı kalmakla birlikte, onun proletarya partisi
tarafından uygulanması, değişik koşullara göre değişik biçimler alır. (…) Bu özelliklerinden dolayı, kapitalist
ülkelerdeki proletarya partisinin görevi, uzun bir legal mücadele dönemi
boyunca işçileri eğitmek, güç toplamak ve böylece kapitalizmi nihai olarak yıkmaya
hazırlanmaktır. (…)” (C.3 syf:224-225 abç.)
Somut
koşulların somut tahlili ise kılavuz prensibimiz; o halde somutumuzun
olgularının bunlar olduğunu görmeme ısrarının anlamı ve hikmeti nedir?
Not: Bu yazı ilk önce Sendika Org'da yayınlandı.
(https://sendika.org/2024/12/somut-durum-iki-ulke-iki-devrim-stratejisi-716621)
Not: Yukarıda adını verdiğim kitap, PDF formatında, bloğumda mevcut.
İlgi duyanlar oradan okuyabilir.