Halil Gündoğan
21.12.2024
Suriye’de ne oldu?
Bilindiği üzere Suriye’de, Esad’ın iktidarını kansız bir şekilde devredip, ülkeden ayrılması ile sonuçlanan sürecin başlangıcı, bundan 13 yıl öncesine dayanır. “Arap Baharı” olarak tanımlanan sürecin etkisiyle, esasen yolsuzluklara ve insan hakları ihlallerine karşı, Ocak 2011 tarihinde, küçük çaplı gösteriler şeklinde başladı. Ancak bu gösteriler, devreye BOP’un baş mimarlarından ABD, İngiltere ve İsrail’in ve de özel olarak BOP “Eş başkanı” unvanı sahibi Erdoğan’ın başında bulunduğu Türk Devleti’nin girmesiyle, renk ve nitelik değiştirmeye başladı.
Suriye Müslüman Kardeşlerinin devamcısı da olup, ancak bugünün daha radikal versiyonlarından olan HTŞ ve İŞİD adı altında hızla organize olan silahlı çete oluşumlarının ve içinde Suriye Ordusu mensuplarının da yer aldığı, esasen de Türk Devleti’nin yönlendirdiği bir başka oluşum olarak “Suriye Milli Ordusu” adlı taşeron yapıların (tabii o zamanlar farklı isimlerle anılıyorlardı) silahlı başkaldırısı çıktı. Hedef, protestolarla rejimi iyileştirici reformlar yapmaya zorlamak değil; Esad rejimini tümden ortadan kaldırmaktı.
Daha iki gün öncesine kadar, Esad ve ailesiyle “can-ciğer kuzu sarması” misali, sıkı aile dostları olan Erdoğan, birden üstündeki kuzu postunu çıkararak, Esad’ı bir an önce yemek isteyen aç bir kurt rolüne büründü: Acımasız bir diktatör olan “katil Eset” derhal devrilip, mazlum Suriye halkı özgürleştirilmeliydi.
Malum, bilinen masaldır: Emperyalistler ve onların kullanışlı aparatları dünyanın mazlum halklarını kendi diktatörlerinden kurtarıp özgürleştiren ve oralara demokrasi götüren “iyilik melekleri” olmuşlardır hep. BOP’un Eş Başkanı olarak Erdoğan da elbette onlardan geri kalacak değildi: Suriye’yi, asıl sahipleri olduğunu ileri sürdüğü, mezhepdaşları Selefi-Suni İslamcı cihatçılara teslim etmek için, “sapkın mezhep” mensubu Esad ve destekleyeni Şiilerin alt edilmesi gerekiyordu. Öyle ki bu “kutsal dava” için, bugün “baş düşman” ilan ettiği YPG güçleri liderini Ankara’da ağırlayıp, ittifak yapmayı bile önerebilmişti. (Burada bu vesileyle şunun altını bir kez daha kalınca çizmek gerekiyor ki Erdoğan kesinlikle fanatik bir Siyasal İslamcıdır. Fakat esas olarak da mezhepçidir. Suni İslamcıdır. Nasıl ki Mısır, Tunus, Libya ve daha başka yerlerde Müslüman Kardeşlerin hakimiyeti için gayret göstermiştiyse; Suriye’de de bunların iktidarını seküler-laik bir iktidara tereddütsüzce tercih eder. Nitekim ediyor da. Selefist cihatçı HTŞ’nin devleti devralmasına atfen söylediği “Suriye şimdi asıl sahiplerinin elindedir” ile kast ettiği de budur aslında.)
Neticede, Esad rejiminin davetiyle devreye Rusya, İran ve Hizbullah girince ve keza YPG de İŞİD’e karşı savaşıyla cepheye dahil olunca; “evdeki hesap çarşıya uymadı.” Beklenen o hızlı zafer gelmediği gibi, önemli oranda geri de püskürtüldü. Bununla Erdoğan’ın, “Emevi Caminde namaz kılma” hevesi kursağında kalmış olsa da Türk Devleti çeşitli isimler altında doğrudan kendi resmi güçleriyle Kürtlerin birçok bölgesini işgal edip, oralara yerleşmeyi başardı. Keza İdlib gibi bazı yerlere de başta HTŞ olmak üzere, paramiliter güçlerin yerleşmesine yardımcı oldu. Onlara, diğer bir takım malum emperyalist odaklarla birlikte her türlü desteği sunarak, kol-kanat gerildi. İdlib’de mini bir devlet örgütlemeleri için de aktif bir şekilde ön ayak oldular vs. Keza Erdoğan, İŞİD barbarlarını özellikle de Rojava ve Şengal’e saldırtarak, Kürt kazanımlarını ortadan kaldırmayı denedi. Fakat bunda da başarılı olamadı. “Kobane düştü düşecek” diye sevinçten avuçlarını ovuştururken; “dost güçler” ve “İŞİD Karşıtı Koalisyonun” da aktif desteğiyle Kürt direniş güçleri efsane bir kahramanlık örneği sergileyerek bu barbarlar güruhunu püskürtmeyi başardı. Ancak Türk Devleti, kendi himayesine girmeyi ve Esad rejimiyle savaşmayı reddedip, “bağımsız” ve özerk bir statüde kalmakta ısrar eden Rojava’ya karşı her fırsatta saldırganlığını sürdürmeye devam etti.
Dengeler nasıl değişti?
Öte yandan bu süreçte gerek Rusya’nın Ukrayna sahasında NATO ile savaşa çekilmesi ve gerek ABD ve Batılı emperyalist güçlerin her türlü desteğiyle İsrail’in İran’ın bölge güçlerinden olan Hizbullah’a Lübnan ve Suriye sahasında vurduğu ağır darbeler, gerek İran’ın doğrudan ve dolaylı olarak darbelenmesiyle zayıf düşürülmesi ve gerekse Esad rejiminin çetelere karşı savaşı sürdürmedeki edilgen tavrı ve keza Kürtlerle birleşmeyi reddetmesinin de toplam sonucu olarak, müttefikleriyle birlikte Suriye rejimi giderek zayıflamaya başladı. Buna, ambargolardan ötürü yaşanan ekonomik sıkıntılar da eklenince, “zayıf durum” daha bir derinleşmiş oldu.
Karşı taraf ise, tüm bu süre boyunca sahada doğrudan Türkiye, İngiltere, ABD ve İsrail tarafından “eğit-donat” programı doğrultusunda, konumlandırıldıkları “kurtarılmış bölgelerinde” eğitilip donatıldılar. Bu eğitimler de Erdoğan’ın SADAT’ı ve silahlı-silahsız hava araçlarının kullanılması konusunda da Ukraynalı hava subaylarının ve keza İsrailli uzmanların doğrudan görevler üstlendiklerini, eskilerin deyimiyle; “Mısır’da ki sağır sultan bile duymuştu.” Sonuçta güçler dengesi, ters orantılı olarak, Esad rejimi aleyhine zayıflarken; diğerleri lehine de güçlenmeye devam eden bir süreç oluşmuştu.
Karşı saldırının belirleyici nedeni ve baş aktörü
Ancak yine de karşı saldırı hamlesi, ta ki NATO-Rusya savaşının Ukrayna cephesinde boyut değiştirme alarmı vermeye başlama anına kadar, hemen yakın bir dönem içinde pek de öngörülür değildi. Fakat ne zaman ki ABD seçim sonuçlarının NATO-Rusya savaşında Rusya’yı, Ukrayna sahasında geri çekilmeye zorlama kararlılığını zayıflatma ihtimali belirdi, işte o aşama İtibariyle İngiltere NATO’da ipleri ele almaya yöneldi. Daha önceki bir makalemde de belirttiğim gibi; Rusya’nın bir başka cepheden, “zayıf halka” Suriye cephesinden kuşatılıp, stratejik çıkarları darbelenerek zayıf düşürülmesi stratejisi devreye sokuldu.
Türk Devleti baş taşeron seçildi
İngiltere, kendisine baş taşeron olarak seçtiği Erdoğan liderliğindeki Türk Devleti ile aylar öncesinden bu operasyonu planlayıp, hazırlıklarına da başladılar. Yaygın olarak sanıldığının aksine Colani liderliğinde ki HTŞ, konunun birçok uzmanının da dikkat çektiği üzere, belirleyici irade olarak İngiltere istihbaratının denetiminde olan bir taşerondur. Dolayısıyla da operasyon için eğitilip, ağır silahlar ve İSHA ve benzeri hava unsurlarıyla da güçlü bir şekilde takviye edilen HTŞ ve SMO’ya, sahada Türk Devleti’nin resmi güçlerinin koordine ve desteğinde, bu operasyon 27 Kasım tarihinde fiilen başlatılmış oldu.
Rusya ve Esad rejimi gafil avlandı
Yaşananlardan da anlaşılacağı üzere; Esad rejimi ve müttefik güçleri bu “baskın operasyona” hazırlıksız yakalanmışlardı. Keza Hizbullah güçleri zaten Lübnan’a çekilmiş olduğundan ve keza Suriye sahasında ki diğer Şii milis güçleri de son derece zayıflatılmış olduklarından; Esad rejimi bu iki önemli direniş gücünden mahrum olarak bu saldırıya maruz kaldı. Rusya ise ancak ki çok da etkili olmayan hava güçleriyle müdahil olabiliyordu. İran’ın ise fiili saha desteği henüz koordine olamamıştı.
Esad rejiminin akıbetini Rusya belirledi
Neticede Rusya, bu tarz bir karşı koyuşla saldırıyı kıramayacağını görünce, kuvvetle muhtemel ki ABD’nin yeni başkanıyla “kapalı kapılar ardında”, yaptığı pazarlıklar neticesinde, fazla kan dökmeden devletin devir teslimi hususunda bir anlaşma sağlamayı tercih etti ve bunu Esad’a da dayattı.
Çaresiz kalan Esad ise bu karara uygun davranarak; Halep’ten sonra, biraz da zaman kazanma taktiği güderek, düzenli şekilde geri çekilme emri verdi güçlerine. Devleti, “anahtar teslim” devretme görevini Başbakanına vererek, kendisi ve yakın çevresi de Suriye’yi terk etti.
Bu süreçte ABD ve İsrail neredeydi?
Dikkat edilirse, ilk birkaç gün boyunca ABD ve İsrail, operasyonu dışardan seyretme pozisyonundaydılar: ABD, “bizim işimiz değil”, açıklamaları yaparken; İsrail ise, “taraf tutmadıklarını” ifade etmekteydi.
ABD ve İsrail hangi aşamada dümene geçti?
İngiltere açısından amaç hasıl olmuş ve Rusya Akdeniz’e açılan kapısını esasen yitirmiş sayılırdı. Operasyon bu aşama itibariyle artık “normal” seyri yönünde makas değiştirip, BOP’un doğrudan unsuru olarak tamamına vardırılabilirdi. Nitekim sahada da görüleceği gibi ilk başlarda seyirci pozisyonunda olan ABD, şimdi adeta tek kart dağıtıcı olarak süreci yönetmeye soyunmuş durumda.
Evet ABD, ne zaman ki Rusya geri çekildi, işte ancak o aşama itibariyle aktif olarak sahaya inip, dizayn ve koordine etme görevini fiilen üslendi.
İsrail’in işgal ve imha operasyonlarının ikili yönü
Bu kolay zaferdeki üstün katkısından ötürü, HTŞ liderinden “şükranlar” alan İsrail ise; ‘fırsatı ganimete çevirmek” üzere bir taraftan, çok yönlü stratejik konuma sahip Golan Tepeleri’nin tümünü ve Hermon Dağı’nı işgale yönelip, buraları yeni yerleşim alanı ve denetim üssüne çevirmeyi hesaplarken; diğer taraftan da Suriye Devletine ait ne kadar askeri tesis varsa, ağır silah depoları dahil, tüm hava, kara ve deniz gücünü bombalayarak, kullanılamaz hale getirme operasyonuna girişti. Bununla da ikili bir amaç güttükleri rahatlıkla söylenebilir: Birinci amaçları, iktidarı devralan güçleri esasen silahsızlandırıp, en azından bir süreliğine de olsa zararsız hale sokmakken; ikinci amaçları da çoğu esasen Rus silahları olan bu silah ve cephaneyi yok ederek, kendisi ve yandaşı silah tekellerine yeni bir pazar açmaktır.
Peki bu süreçte Erdoğan asıl olarak neyin peşinde?
Türk Devleti ise, “mal bulmuş mağribî” misali, taşeron gücü SMO çetelerini silahlandırıp, komuta ve koordine ederek, yeni yerler işgal etme histerisiyle, özellikle de Kürtlerin kontrolünde bulunan yerleri “geri alma” saldırılarına yöneldi. Nitekim ağırlıklı olarak Arapların yaşadığı birkaç yeri işgal ederek, SMO’nun denetimine sokmayı başardı da. Keza HTŞ üzerinde ki baskın nüfusunu da kullanarak, Rojava yönetimini “denklem dışında tutmak” amacıyla, Kürtleri baskı altına alma operasyonları yürütmekte. Keza eş zamanlı olarak, baş dizayncı ABD nezdinde de “ikna çalışmaları” yürüterek, bu baskı ve kıskaca almayı daha bir katmerli hale sokmaya gayret ediyor.
Türk Devleti’nin bu süreçteki stratejisinin ana ekseni
Yani bir bakıma bu, Türk Devleti’nin bu süreçteki stratejisinin ana eksenidir. Tutup tutmayacağı ayrı bir boyut, ama 7 Ekim itibariyle kamuoyuna beyan ettikleri Öcalan merkezli projeleri göz önünde tutulacak olursa; yapmaya çalıştıklarının buna uygun olduğu rahatlıkla görülebilir. Dikkat edilirse, “içerde” de bir taraftan DEM ile el sıkışıp, “bin yıllık kardeşlik” yeminleri edilirken; eş zamanlı olarak diğer taraftan da DEM ve ama özellikle de PKK yönetiminin çıtayı kendi istemlerinin üstünde tutma iradelerini kırmak için, Öcalan’a yeni bir görüş yasağı, DEM Partiye tutuklama operasyonları, Rojava ve Medya Savunma Alanlarına hava operasyonları ve nokta hedefli imha operasyonları düzenlemekteydiler.
Öcalan’ın “bekleme odasında” tutulmasının asıl nedeni
Öcalan’ın açıklama yapma ortamının oluşturulmasının beklemeye alınmasının esas nedeni de PKK ve Rojava Yönetiminin henüz gerektiği oranda “tavına” gelmemiş olduklarına ilişkin kanaatleridir. ABD desteğiyle Rojava siyasal bir statüye kavuşturulmak istenecek, “ama Rojava yönetiminin mevcut sistemini korumakta ısrar etme tutumu nedeniyle, şeriata dayalı sistemle uyumsuzluk ve çatışma potansiyeli barındıracağı” gerekçesiyle Türkiye, “çözüm gücü” olarak, Rojava’nın kendi himayesine bırakılmasını isteyecektir. İşte öngörülen bu “kıvam ortamının” nesnel olarak oluştuğuna kendilerini ikna ettiklerin de Öcalan devreye girerek; “Kürtlerin barış ve huzur içinde yaşayabilmelerinin bu koşullarda ki makul tek yolu, Türk-Kürt ittifakındadır.” Çağrısı yaparak, rolünü oynamış olacak.
Bahçeli neyi alkışladı?
Dikkat edilirse, Türk Devleti Rojava yönetimi altındaki bölgelerin işgalini sürdürdüğü o günlerde bile, DEM Parti Eş başkanı Tuncer Bakırhan’ın Partisi adına TBMM’de yaptığı ve Bahçeli’den alkış alan konuşması da tamamen bu içerikteydi: Tek çıkış yolu, Türk-Kürt ittifakının acilen sağlanmasındadır… Yani Bahçeli’ye göre DEM Parti nihayetinde “aklın yolunu” bulmuş ve alkışı hak etmişti.
Tabii ki DEM Parti tek çözüm yolu olarak “Kürt-Türk ittifakını” sadece “iç cephe” bağlamında önermiyordu. Başta arz ettiği aciliyet öneminden ötürü Rojava ve tüm diğer sahalardaki Kürtler toplamı için öneriyordu. Yani önerisinin kapsamı böylesi bir özellikte olup, Rojava’da ki saldırıların sonlandırılması çağrısıydı da bir bakıma.
“Devlet aklının” önerdiği “Türk-Kürt ittifakının” da zaten bu kapsamda olduğu düşünüldüğün de Bahçeli’nin memnuniyetinin nedeni daha iyi görülebilir.
Suriye’nin yeniden dizaynını belirleyecek ana unsur
Neticede Esad rejimi son buldu ve şimdi sıra Suriye’nin yeniden dizayn edilmesinde. Bir devrim değildi yapılan, sadece yönetim erkini elinde bulunduran bir zümrenin alaşağı edilmesiydi. Dolayısıyla da yapılacak olan öncelikli şey; devralınan eski devlet mekanizmasının yeniden yapılandırılması olacaktır. Tabii örgütsel mekanizmaların niteliği, kapsam ve şekli, esas olarak, güdülen amaca uygun olacağından; burada da bu gözetilecektir. İktidarın ağırlıklı olarak şeriatçıların elinde olması, kesinlikle baş dizayncılar açısından sorun yaratmayacaktı; yeter ki kendilerine hizmette kusur işlemesinler. Görünen o ki en azından kısa sürede bu kusuru işlemeyip, kendilerine ön görülen role sadık kalacaklar gibi. Keza bu “hazır kıta” güçlerin yaptıkları ilk açıklamalardan biri de İran’ı baş düşman olarak ilan etmeleri oldu. Bu kara gücü bugün nasıl ki Esad rejimine karşı aktif olarak kullanıldıysa; yarın da İran’a karşı başlatılacak “silme” operasyonunda kullanılacak olmasından ötürü, BOP’un mimarlarınca mutlak surette gözetilecek ve kollanacaklardır da.
Bu operasyon, eski MİT patronu, şimdilerin Türk Dış İşleri Bakanı Hakan Fidan’ın kendisini gülünç durumlara sokma pahasına söylediği gibi “dış dinamiklerin dahli yok, tamamen iç dinamiklerin eseri” değil; tamamen “dış dinamiklerin” eseridir. Bu operasyon şimdi değil, ta 13 yıl önce BOP ekseninde başlatılmış bir emperyalist odaklar operasyonudur. Dolayısıyla da yeni dizaynın nasıl şekilleneceğini de esas olarak BOP’un ön gördüğü temel esaslar belirleyecektir. Taşeron güçlerin istem ve iradeleri ise ancak ki buna uygun düştüğü ölçüde ve kısmi taktiksel esnemeler şeklinde söz konusu olabilecektir. Aksi dayatma ve defakto çıkışlar, kaçınılmaz olarak çatışma ve yaptırımlar vesilesi olacaktır. Bunu göze alabilecekler çıkabilir elbet. Ama söz konusu olan Suriye’deki mevcut aktörler olduğunda, en azından şimdilik bu türden “gözü kara” aktörler çıkmayacak gibi görünüyor.
Dolayısıyla da yeni şekillendirme, esasen “İsrail’in güvenliğini” güvence altına alma önceliğine uygun olacaktır. Şimdilik söylenebilecek en net şey budur. Diğer birçok şey muhtemelen, sahadaki aktif unsurların taktik savaşlarınca olgunlaşıp şekillenecektir. Fakat sahada çıkarları birçok nokta da birbiriyle tezat bu kadar çok iç ve dış faktörün etkin olduğu bir realite de hiçbir şey hiç de kolay olmayacaktır. Hele bir de devrede onca fanatik şeriatçı çetenin iktidar olanaklarını da ele geçirmiş olduğu bu süreçte, maalesef ki Suriye halklarını kaotik zor günler bekliyor.
Enternasyonalist devrimci görev ve sorumluluk
Bu çıplak gerçeklik, yüz binlerce insan için bir yaşam sorun olduğundan; başta uluslararası sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, ilerici-demokrat tüm kesimlere büyük görev ve sorumluluklar yüklüyor. Nasıl ki dün İŞİD barbarlığına karşısında Kobane için seferber olunup, “Enternasyonal Tugaylar” oluşturulup, mazlum Kürt halkı savunulduysa; bugün de aynı kumaştan olan HTŞ ve SMO barbarlarının “şeriat düzeni” dayatmasıyla başta kadınlar ve aleviler olmak üzere, yönelecekleri tüm diğer inanç sahibi azınlıklara karşı girişecekleri saldırılara karşı şimdiden yerel güçlerle birlikte organize olmanın ve “öz savunma” hazırlıkları yapmanın yol ve yöntemlerini düşünüp bulmak ve harekete geçmek gerekiyor. Aksi takdirde yarın her şey için çok geç kalınmış olabilir.