Halil Gündoğan
20.11.2024
Günümüz dünyasında, uzunca bir süreden beridir sol, belki bazı küçük istisnalar dışında, hemen hemen her yerde adeta varlıkla yokluk arası bir gerçeklik arz ediyor. O eski ihtişamlı halinden geriye eser kalmamış gibi. Yani kala kala, bölük pürçük, son derece etkisiz, marjinal grupçuklar kalmış. Bunların ekseriyeti de sıkıştığı o dar örgütsel çevresi içinde, bir nevi kendisini yaşatma derdine düşmüş. Günlük “siyasal-örgütsel mücadele” adına sergileyebildiğinin esası, denilebilir ki “yaşama tutunma” gayretine gerilemiş durumda.
Tabii ki bu, kendiliğinden, öylesine sebepsiz yere, durup dururken ortaya çıkmış “kadersel bir sonuç” değil. Bu sonucun ortaya çıkmasında çok tayin edici iki dönüm noktası olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. İlki; 1970’li yılların sonu, 1980’li yılların başlarında kapitalist-emperyalist cephenin “neo liberalizm” adı altında başlattığı top yekûn saldırıya hazırlıksız yakalanarak aldığı o büyük örgütsel ve manevi yenilgidir. İkincisi ise; daha çok da kitlelerde umut ve ufuk yitimi sonucu doğuracak olan, SSCB’nin çöküşünün resmen ilan edilmesiyle boyutlanan o tarihsel ağır yenilgidir. Genel olarak sol ve özel olarak da kitleler nazarında alternatif sistem olarak sosyalizm ideali, işte bu iki tarihsel yenilginin altında kalmış olmasının doğurduğu bir sonuçtur.