Halil Gündoğan
1.02.2025
Yeni bir “barış”
süreci kotarılıyor
Malûm olduğu üzere Türk Devleti, Bölgesel gelişmeler merkezli olarak, bir
süreden beridir kendisi için bir “beka sorunu” riski algısı içerisinde. Tabii
kendince, buna karşı çeşitli taktik ve stratejik hamleler de geliştirmekte. Bu
hamlelerden biri de tarihteki benzer örneklerinden de aşina olduğumuz
“Kürt-Türk İttifakıdır”. Ne zaman ki kendisini bir varlık-yokluk ikileminde
hissetmişse; orada hemen Kürtlerin imdadına sığınmaya çalışmıştır. Şimdi de
benzer bir ikilemi yaşıyor olmalı ki on yıllardır katliamlardan geçirmekte
olduğu Kürtler ile, “bin yıllık kardeşliğini” hatırlayıp; “hadi barışalım. Biz,
etle-tırnak misali, ayrılamaz kardeşiz” retoriğine sarıldı. Bu elin, Öcalan üzerinden tutulabileceği
kurnazlığını da yaparak; “barış” teklifinde bulundu. Öcalan ile nasıl bir
pazarlık geliştirdiklerini ve neler üzerinde anlaştıklarını, her iki taraf da
şimdilik bir “devlet sırı” olarak “gizli” tutuyor olduğundan; haliyle, kamuoyu
bilmiyor. Ama sonuçta şu veya bu şekilde, Öcalan ile bir “Kürt-Türk İttifakının”
kotarıldığı kesin. Bu, PKK’nin olası vetosuyla karşılanmaz ise; bir “barış” anlaşması
ile sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Nitekim Erdoğan, süreci doğrudan
sahiplendiği o ilk beyanatında bunu aleni bir şekilde teyit etti de. (https://www.dw.com/tr/erdo%C4%9Fandan-pkkn%C4%B1n-la%C4%9Fvedilmesiyle-ilgili-a%C3%A7%C4%B1klama/a-71299406 )
Yeni bir vizyon
belirleme zorunluluğu
Bunun, elbette hem Türkiye ve K. Kürdistan halkı için ve hem de burada
silahlı mücadele yürüten devrimci yapılar için yeni getiri ve götürüleri
olacaktır. Bu bağlamda, gayet tabii ki sorunun muhatabı her siyasi özne, bütün
bunları ve daha başka olasılıkları da masaya yatırıp analiz edecek, tespitlerde
bulunacak ve kararlar alarak, kendince bir gelecek vizyonu ortaya koyacaktır.
Silahlı mücadelenin
ele alınış tarzı
Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist, komünist sınıf hareketleri ve
demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinin önemlice bir çoğunluğunun en
ayırt edici özelliği, 1971 devrimci kopuşuyla birlik, devrimci mücadeleyi ta en
başından itibaren, silahlı mücadele şeklinde ortaya koymuş olmalarıydı.
Kimileri bunu Küba Devriminin izlediği yöntemle, kimileri Çin Devriminin ve
kimileri de Vietnam devriminin nispeten daha özgün yöntemleri üzerinden
teorileştirip, pratiğe uygulamaya kalkıştı. Tümündeki ortak payda, uzun soluklu
bir silahlı mücadeleyle, düşmanı kademeli olarak zayıflatıp, kitleleri devrim
saflarında örgütlemek suretiyle, güçler dengesini değiştirip, devlet iktidarını
ele geçirerek, devrimi gerçekleştirmekti.
Akıbetler ve kimler
nereye nasıl evrildi?
Bunların bir kısmı 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle tasfiye oldu. Sınıf
mücadelesi eksenli olanlarının bir kısmı özellikle 1990 lı yıllarda şehir ve
kır gerilla mücadelesine belli bir ivme kazandırdıysa da ancak tutunamayarak,
Türkiye ve K. Kürdistan sahasında esasen tasfiye oldular. Gerçi bunlardan
bazıları hâlâ silahlı güç sahibi olduklarının ve silahlı mücadele
yürüttüklerinin iddiasına sahiplerse de ancak hiçbirinin, ortalama olarak 2010
yılını eşik olarak alıp belirtmek gerekirse; Türkiye ve K. Kürdistan’da
yürüttüğü herhangi bir silahlı mücadelesi olmadığı gibi, kır gerilla güçleri de
bulunmamakta: Bir kısmı sessiz sedasız geri çekilirken; bir kısmı ise Kürt
Ulusal Kurtuluş Hareketi PKK ile ittifak oluşturarak, silahlı güçlerini ve
mücadelesini onların saflarında var etmeyi tercih etti. Diğer bir kısmı ise
Rojava’da oluşan ortamı değerlendirerek, kimisi elinde kalan az sayıdaki askeri
güçlerini oraya kaydırıp yerleşerek; kimisi sıfırdan başlayıp, yeni askeri
gruplar oluşturarak, silahlı mücadelesini orada var etmeye yöneldi.
Tabii burada, yani esasen sınır dışında var edilen ve kapsamı da oradaki
demokratik Kürt kazanımlarının savunulup, korunmasıyla sınırlı bir silahlı
mücadelenin ne kadar, o ilk başlardaki hali olan, iktidar hedefli silahlı
mücadelenin yerini tutar, ne kadar aynı işleve sahip olur vs., bütün bunlar,
doğal olarak, ayrı bir tartışma konusu. Tabii ki aynı olduğunu savunanlar,
bunun nasıl mümkün olabileceğinin altını da gerekçelendirerek dolduruyorlardır
herhalde.
Öcalan’ın “silahlı
mücadele devri kapanmıştır” açıklaması
Sınıfsal mücadele eksenli devrimci yapıların durumu özetle böyleyken;
demokratik devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden sadece, daha çok Vietnam
devriminin özgünlükleri üzerinden askeri stratejisini oluşturan PKK gerçek
anlamda bir silahlı mücadele pratiği ortaya koymayı başarabildi. Öyle ki
savaşı, Uzun Süreli Halk Savaşı Stratejisi içinde hayli ileri bir aşama olan
“Stratejik Denge Aşamasına” kadar ilerletebilmişti de. Ancak her ne kadarda
“kendi gücüne güvenmeyi” esas aldıklarını söyleseler de burjuva ve küçük
burjuva önderlikli ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin ekseriyeti, sırtlarını
bir şekilde dış güçlere yaslar… Nitekim Öcalan şahsında, PKK’de ki belirgin stratejik
yön sapması da belirgin olarak, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla ortaya
çıktı. Bu aşama itibariyle, zafere yürüme inancı aşamalı olarak gerileyecek ve
Öcalan’ın Türk Devleti’nin eline düşmesiyle birlikte de son kertesine varacaktı.
Bilindiği gibi Öcalan, “İmralı Savunması” ile, dünya kamuoyuna, silahlı
mücadele devrinin artık tamamen kapanmış olduğunu duyurdu. Tabii ki bu tavır
alış siyasi bir taktik gereği olarak değil; kategorik bir reddedişti.
Buna karşı PKK’nin
tutumu
PKK, Öcalan’ın tüm görüş ve kararları gibi bu görüşünü de ilk başlarda “21.
YY Manifestosu” olarak kabullendiyse de fakat devir o devir değildi. Yaşanmakta
olunan sürecin realitesi, Öcalan’ın takındığı “romantik hümaniter” naifliğine
şans tanımaktan çok uzaktı. Türk Devleti, Öcalan’ın bu tutumundan da destek
alarak mutlak teslimiyeti dayattı. Diğer seçenek ise, savaşla yok etmekti…
PKK, tarihinde belki de ilk defa Öcalan’a rağmen kendi kolektif iradesinin
emrettiğince yoluna devam etme tercihinde bulundu: “Savaşmak istemiyoruz; ama
kendimizi savunmaktan da asla geri durmayız.” minvalinde bir tutum belirledi. Elbette
bu, esasen savunma amaçlı ve Türk Devleti’ni “demokratik çözüme zorlama”
hedefli, reformist bir silahlı mücadele anlayışıydı. Uzunca bir süre bir fiil
K. Kürdistan’da kalarak bu mücadeleye devam ettilerse de hem savaş
teknolojisinde öne çıkan İHA-SİHA, alan tutan kalekollar ve termal gözetleme
gibi birtakım unsurlardan ötürü ve hem de kırsal alanların, bir savaş taktiği
olarak, yoğun bir şekilde insansızlaştırmasının bir sonucu olarak, barınamayıp;
“sınır dışına” çekilmek zorunda kaldılar. Ancak, Türk Devleti’nin gerek Kandil
ve gerekse “Medya Savunma Alanları” (MSA) dedikleri gerilla üs alanlarına karşı
başlattığı ve yıllardır da devam eden yok etme hamleleri karşısında, savunma
savaşını büyük bir yetkinlikle bugüne değin sürdüre geldi.
Savunma savaşında 2.
Cephe: Rojava
Keza Suriye’de patlak veren olaylar sürecinde gerek Rojava ve gerekse
Şengal’de Kürt varlığını ve kazanımlarını hedef alan Türk Devleti ve
destekleyip icazet verdiği başta İŞİD ve irili ufaklı onlarca cihatçı
paramiliter çetelerin saldırıları karşısında, ikinci bir savunma savaşı cephesi
daha açmak zorunda kaldı. Ve savaş, uzunca bir süredir bu cephede de devam
ediyor. Tabii daha çok “Meskûn Mahal savunması” tarzı bir savaş olduğundan;
haliyle, iktidar hedefli bütünlüklü bir savaş stratejisiyle özdeşleştirilemez
de.
Öcalan’dan, bir kez
daha silahlara veda çağrısını yinelemesi istendi.
Yapılan örtük açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki Öcalan bu kez, bizzat
devletin ricası üzerine çağrısını yineleyecek. Yani devlet bununla, Öcalan’dan, Kürtlerin bu
savaştan tek taraflı olarak çekildiklerini ilan etmesini istiyor aslında.
Halbuki bu savaşı
dayatan bizzat devletin kendisi
Oysa Türk Devleti ve cihatçı, milliyetçi faşist çeteleri saldırmasa,
Kürtler savaşı zaten ta Öcalan’ın o ilk çağrısıyla sonlandırmışlardı. Yani
böylesine de ilginç bir gerçeklik söz konusu!
Devlet, barış
talebinde samimi olsaydı
Öte yandan Öcalan ve Devlet açısından maksat “Kürt-Türk İttifakı” için
“barış” ise; barış için neden iki taraf savaşa son verdiği üzerinde bir
anlaşmaya varmıyor da Kürtlerin yenilgiyi kabullenmeleri anlamına gelen o tek
taraflı dayatmalara başvuruluyor? Kimse kusura bakmasın ama, çünkü Kürtler
adına masada oturan muhatap onlara bu hoyrat cüreti veriyor da ondan!..
Besbelli ki bu
süreçte eli güçlü olan taraf Kürtler
Oysa şimdi bu “barışı” isteyen Devlet. Çünkü buna ihtiyacı var! Çünkü
barışmadan, bir diğer zaruri ihtiyacı olan “Kürt-Türk İttifakını” oluşturmasının
zemini oluşmayacak. Söz konusu ittifak ihtiyacı, onların algısında bir “bekâ”
sorunu olarak karşılık buluyor. O halde demek ki “zor durumda” olan, yardım talep
eden onlar ve mecburen adım atması ve alttan alması gerekenler de onlar.
Ama demek ki Öcalan, maalesef ki bu somut durumu göremeyecek veya görse de
kullanmayı tercih etmeyecek kadar edilgen bir ruh hali içinde bu süreci ve
olgularını ele alıyor. Nitekim PKK adına son noktayı koyan Cemil Bayık da
diplomatik bir üslup özeniyle, bunun altını kalınca çiziyor: (https://hawarnews.com/tr/cemil-bayik-akpnin-dili-sorunu-daha-da-derinlestiriyor )
“Barış” sürecinde
silahlı mücadele ve askeri güçlerin akıbeti
Sonuçta, süregelen savaşın sonlandırılması çağrısı yapılacak ve en azından
bir süreliğine de olsa, muhtemelen “barışılacak” gibi. Bundan ötürü de
özellikle de Rojava ve MSA’da üslenerek sürdürülen savaşa, bir bakıma, “omuz
verme” pozisyonunda olan (bu konuda belki MLKP’yi biraz daha farklı
değerlendirmek gerekecek. Çünkü onlar PKK ile ittifak ilişkisi boyutunda savaşa
katılıyorlardı) Türkiyeli ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve komünist yapılar
açısından eski tarzda devam etmenin koşulları sona ermiş olacak. Dolayısıyla da
kendilerine yeni bir rota çizmeleri gerekecek. Kendisinin silahlı mücadeleye
son verip, Türk Devletiyle barış yaptığı koşullarda PKK de, Rojava Özerk
Yönetimi de (ya da yeni adı her ne olacaksa) herhalde ki ne Rojava’da ne MSA’da
ve nede Kandil’de üslenerek Türk Devleti ile savaşmanıza göz yummaz. Türk
Devleti ile varılan barışı korumak zorunda olduğu sürece de buna göz yumamaz.
Hatta K. Kürdistan’da bile silahlı mücadele yürütülmesini istemeyecektir,
barışı korumak istediği müddetçe.
K. Kürdistan’da silahlı
mücadele ve yeni yerel muktedirler
Öte yandan K. Kürdistan’da yürütülecekse silahlı mücadele, bu, kaçınılmaz
olarak sınıfsal mücadele eksenli olacaktır. Keza K. Kürdistan Türk Devleti’ne
nasıl bir siyasi statüyle bağlanacak olursa olsun, ama her halükârda, yürütülecek
sınıf mücadelesinin bir şekilde “yereldeki muhatabı”, dünün ulusal özgürlük
savaşçıları olan bugünün “muktedirleri” olacaktır. Yani kaçınılmaz olarak,
dünün dost güçleri, yarın düşman güçler olarak karşı karşıya geleceklerdir.
Yeni strateji ve
konumlanış arayışları kaçınılmaz olacak
İşte bütün bunlardan ötürü Türkiye ve K. Kürdistanlı sol-sosyalist ve
komünist yapılar hem Rojava ve MSA’da ki örgütsel geleceklerini ve hem de genel
olarak silahlı mücadeleyi, ortaya çıkan bu yeni koşullarda nasıl bir formata
kavuşturmaları gerektiğini kararlaştırmak zorundadırlar (Muhtemelen birçoğu
bunu zaten çoktan yapmıştır bile).
Şu çok açık ki bu örgütler için bu sahalar artık silahlı mücadeleyi
sürdürebileceği alanlar olmayacaktır. Muhtemelen “izinli üs alanları” olarak
kullanma durumu da olmayacaktır orta vadede. İllegal üslenme koşulları
yaratabilenler, ya da farklı seçeneklerle, dayatılan “barışı” veto edip,
silahlı direnişe devam edecek PKK güçleri olursa, onlarla birlikte aynı
alanları üs olarak kullanma imkânı oluşabilirse, belki bir süre daha bunu
deneyebilir.
Ya da Türk Devleti ile bir şekilde “kapanmamış hesabı” olan komşu
devletlerin göz yumacağı küçük fırsatlar: Fakat bunlar da genelde, karşılıklı
kullanma koşuluyla bunu yapacaklarından ve keza diyelim ki İran’ın Molla
rejimiyle bu türden bir ilişkilenme durumuna razı olmak ne kadar doğru olacaktır
acaba? İlkesel boyutlar arz eden yönleri olacağından; elbette ki oldukça
sıkıntılı ve tartışmalı bir mevzu olur bu.
Asıl karar verilmesi
gereken konu
Sorunun bu tarz örgütsel boyutundan ziyade, asıl karar verilmesi gereken
konu, tabii ki öncelikli olarak silahlı mücadelenin nasıl bir format ile ele
alınacağının netleştirilip, karar altına alınmasıdır. Çünkü yukarıda ki örgütsel
boyutun nasıl ele alınması gerektiğini de bu belirleyecektir. Örneğin eski tarz
bir silahlı mücadelede ısrar etmeyecekler açısından, sınır dışında askeri kamp
veya üs sorunu da en azından ilk etapta pek de gerekli olmayacaktır
doğallığıyla.
Silahlı mücadelenin hâlâ devrimin başından sonuna kadar, yani Uzun Süreli
Halk Savaşı Stratejisinde ön görülen, “baştan sonuna kadar sürekli” olması
tarzıyla, geçerli olacağını savunmaya devam eden örgütler açısından alınacak
karar bellidir: Dün nasıl ki askeri güçlerini Rojava’ya aktarıp, silahlı
mücadeleyi o sahadan sürdürmeyi günün gerekliliği olarak izah etmişlerdiyse;
bugün de değişen koşullar gereği, o güçlerini tekrar Türkiye ve K. Kürdistan’a
çekip, orada konumlandırarak, silahlı mücadelelerini “kaldıkları yeden” devam
ettirebilirler pekâlâ.
Yani karar ve teorik ön görülerine karşı tutarlı olacak ve bunda ısrar
edeceklerse; yapılacak şey bundan başka bir şey olmayacaktır. Ya da bu teori ve
dolayısıyla da kararın uygulanabilirliğinin olmadığının, en azından sezgisel
olarak da idrakindeyseler; ilgili karar mekanizmalarını olağanüstü toplayıp,
somut gerçekliğe uygun yeni kararlar almaları ve teorilerini, somut sosyal
pratiğe uyarlı olarak, yeniden formüle etmeleri gerekecektir.
Türkiye ve K. Kürdistan’da silahlı mücadelenin o eski tarzıyla artık
sürdürülemez olduğunu düşünen ve örgütlerinin kolektif iradesiyle bunu
kararlaştırmış olanlar açısından silahlı mücadelenin yeni formatı, Toplu
Ayaklanma Stratejisince belli olduğundan; bunların işi ve yükü biraz daha kolay
ve hafif olacaktır. Mevcut askeri gücünün deşifre olmamışlarını, savaş deneyimi
kazanmış çekirdek güç olarak Türkiye ve K. Kürdistan’da illegal olarak
konumlandırabilirler. Devrimin askeri görevlerinin örgütlenmesi ve
yürütülmesinde bu güçler, merkezi olarak, siyaseten doğru tarzda yönlendirme
becerisi gösterilebilirse, hiç kuşku yok ki önemli roller üslenebilirler. vs.
vs.
HBDH’in akıbeti ve
yeni devrimci ittifaklar
Yeni sürecin olumsuz getirilerinden bir diğeriyse; çeşitli yapılarca
oluşturulmuş olan Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH), ana omurgasını
oluşturan PKK’nin çekilecek olmasından ötürü, örgütsel varlığını da ön görülen
işlevini de sürdüremeyecek olmasıdır. Zaten Toplu Ayaklanma Stratejisine göre silahlı
mücadeleyi ele alacaklar açısından; HBDH üzerinden yürütülegelen silahlı
mücadele tarz ve anlayışı, yeni koşullarda sürdürülebilir olmayacağından; onlar,
varlığını yeni bileşenleriyle devam ettirmesi halinde, böylesi bir oluşumda zaten
yer almak istemeyeceklerdir de. İhtiyaç duyanlar ise, artık yeni bir Birleşik
Devrim Hareketi örgütlerler mecburen.
Bir başka yeni süreç
Tabii bu özgün yerel “yeni süreç” haricinde de dünya halklarının içine
iteklendiği bir başka yeni süreç söz konusu: Bölgesel ve küresel savaş riskinin
artık maalesef ki bir realiteye dönüştüğü, apayrı bir küresel yeni süreç! Başta
sol-sosyalist ve komünist güçler olmak üzere, anti emperyalist savaş karşıtı
tüm güçlerin, yani bir başka ifadeyle, tüm insanlığın top yekûn yoğunlaşması
gereken asıl süreç!
Küresel yeni süreç
ve silahlı mücadele
Kanlı bir emperyalist paylaşım savaş demek olan bu yeni süreç, devrimci
silahlı mücadeleyi, emperyalist savaşı iç savaşa çevirme stratejisinin zorunlu
bir unsuru olarak, kaçınılmaz bir şekilde, aktüel bir görev olarak,
sol-sosyalist ve komünistlerin önüne getirecektir.
Derdi gerçekten de doğan bu elverişli koşulları devrimi gerçekleştirmek
amacıyla en iyi şekilde kullanmak olanlar açısından, bu görevin gereğini yerine
getirmek, aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur da.
Daha önce ki bir makalemde; savaşların kendiliğinden devrime yol
açmayacağını, ancak ki bunun olabilmesinin elverişli nesnel koşullarını var
edeceklerini ifade etmiştim. Keza, devrimin gerçekleşebilmesinin ise; tamamen
devrimcilerin mücadele ve devrim yapabilme becerilerine bağlı olduğunun altını
kalınca çizmiştim. Ayrıca, bu görevin başarıyla yerine getirilebilmesi için,
bugünden devrimci silahlı mücadelenin “alt yapısal hazırlıklarına”
başlanmasının, zorunlu gerekliliğine dikkat çekmiştim. ( https://halilgundogan.blogspot.com/2024/11/savaslar-kendiliginden-devrime-yol-acar.html )
Bu vesileyle bunlara yeniden dikkat çekerek; “yerel yeni sürecin” aksine,
küresel yeni sürecin, dünyanın tüm emekçilerine olduğu gibi Türkiye ve K.
Kürdistan emekçilerine de mevcut ceberut sömürü sistemlerinden kurtulabilmenin
imkânlarını sunacağını, bunu başarıyla değerlendirebilmek için de zorlu bir
silahlı mücadele yürütmenin, yani emperyalist savaşı, devrimci iç savaşa
çevirmenin hazırlıklarına bugünden sıkı bir şekilde başlamak gerektiğini
tekrardan ifade etmiş olalım.