Halil Gündoğan
2.05.2025
TKP Genel Sekreteri sıfatıyla Kemal Okuyan’ın savunusunu yaptığı ilginç birtakım görüşleri var. Bu görüşler bir burjuva veya küçük burjuva aydın veya siyasetçi tarafından dillendiriliyor olsa, kuşkusuz ki itiraz etme gereği oluşmazdı. Fakat K. Okuyan bunları komünistlerin sahip olması gereken doğru görüş ve düşünceler olarak ileri sürüyor. Böyle olunca da itiraz etmek kaçınılmaz bir gereklilik oluyor. Çünkü bu düşünceler komünist perspektifin değil; ancak ki basbayağısından ulusalcı burjuva ve küçük burjuva seçkin aydın zümre perspektifinin siyasal düşünce ve yorumları olabilir. Dolayısıyla da komünizmin ilke ve temel doğrultusunu bulanıklaştıran, onları burjuva dünya görüşünün argümanlarına uyarlı hale getiren ve dolayısıyla da sınıf işbirlikçiliğinin argümanlarına dönüştüren bu türden tutum ve yaklaşımlara karşı eleştirel bir tavır almak şart ve bu bir sorumluluk gereğidir. Aksi takdirde kitlelere komünist düşünce adına, basbayağısından burjuva-küçük burjuva düşüncelerin empoze edilmesine seyirci kalınacaktır.
K. Okuyan gerek “cumhuriyet bizim mücadelemizdir” başlığı altında Türkiye
Cumhuriyeti’ni sahiplenip savunmasıyla, gerek; yeni kargaşalara ve
belirsizliklere yol açar gerekçesiyle, mevcut devlet sınırlarının itinayla
korunmasını öngören tutumuyla, gerek; solcuların T.C Devleti’nin simgesi olan
bayrağı benimsememe tutumuna getirdiği eleştirisiyle ve gerekse; esası, mevcut
sınırlar üzerinde kurulu Türkiye Cumhuriyeti’nin “bölünmez bütünlüğünün”
savunulmasına indirgenmiş “yurt severlik” anlayışıyla; aleni bir şekilde
komünist perspektifin dışındadır. (*)
Cumhuriyet savunusu
K. Okuyan, sırf “cumhuriyet” kavramının, “siyasi gücün halk ve temsilcileri
tarafından paylaşıldığı bir devlet yönetim biçimini” ifade ediyor olmasını baz
alarak; niteliğine bakmaksızın cumhuriyetin her halükârda sahiplenilip
savunulması ve de korunması gerektiğini ileri sürüyor. Bu anlayışla,
Kemalistler önderliğinde kurulmuş olan Cumhuriyetin de komünistlerin
sahiplenmesi gereken “tarihi mirasımız” olduğunu ileri sürüyor. Mantık oldukça
da basit şekilleniyor: Nihayetinde bizim
kuracağımız devletin yönetim biçimi de cumhuriyet olacaktır…
Yani K. Okuyan’a göre cumhuriyetin hangi sınıf ve ideolojinin ve keza hangi
siyasi projenin bir yönetim biçimi olduğunun bir önemin bulunmuyor. Yeter ki
adı “cumhuriyet” ve bunun gereklerinden olan parlamenter seçimler uygulanıyor
olsun. Oysa kurulmuş olan cumhuriyet örneklerinin ekseri çoğunluğunda siyasi
güç hiç de doğrudan halkta veya temsilcilerinde değil; bir avuç azınlığın
tekelindedir. Ya da çok daha çarpıcı olarak örneğin şerri hukukun geçerli
olduğu mollalar yönetimindeki İran’ın resmi adı da İslam Cumhuriyeti’dir. Bu
durumun kendisi, o yönetim biçiminin gerçek bir cumhuriyet olmayıp, isimden
ibaret olduğunun doğrudan kanıtı olmaz mı? Aksi taktirde demek olur ki
sosyalist cumhuriyet kurmayı hedefleyen TKP, aslında siyasi gücün halkta veya
temsilcilerinde olduğu bir cumhuriyeti yıkıp, yerine yine siyasi gücün doğrudan
halkta veya temsilcilerinde olduğu bir yönetim biçimi kurmak gibi, saçma sapan
bir şey yapmak istiyor.
Elbette monarşinin yıkılıp yerine cumhuriyet rejiminin benimsenmesinin,
tarihi olarak ileriye doğru atılmış bir adım olarak değerlendirilmesinde bir
yanlışlık yok. Yanlışlık, kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiç de
cumhuriyet ilkelerinin ön gördüğü bir sistem olmadığı halde, bunun cumhuriyet
olarak savunulup sahiplenilmesindedir. Bilindiği üzere 1924 Anayasasıyla
birlikte kelimenin gerçek anlamıyla en başta, milliyeti ve inancına bakmaksızın
tüm emekçiler ve keza Türk milleti dışındaki tüm diğer millet ve milli
azınlıklar ve keza inançlar üzerinde azgın bir diktatörlük olarak kurulmuştur.
Dolayısıyla da cumhuriyete karakterini veren de bu yönetim biçimi olmuştur. Keza
şu tarihsel olgu es geçilerek bu cumhuriyetin karakteri değerlendirilemez:
Kemalistlerin başlıca görevlerinden biri de o tarihi koşullarda güçlü zemini
bulunan demokratik bir halk cumhuriyeti veya daha özgün olarak, bir işçi-köylü
cumhuriyetinin kurulması olasılığını bertaraf etmek olmuştur. Mustafa Suphiler
bu yüzden hunharca katledilmişlerdir örneğin. Ya da “Yeşil Ordu” ve Çerkez
Ethem bu yüzden ilk fırsatta tasfiye edilmek istenmiştir vs. vs.
Mevcut “resmi”
sınırlar savunusu
Komünistler, henüz “tarihi bir haksızlık” olarak addedilmemiş, bilakis günün
sorunu olarak varlığını koruyan işgal ve ilhak sorunlarına duyarsız
kalamayacakları gibi; bu işgal ve ilhaklar ile oluşturulmuş ülkelerin “resmi
sınırlarını” da meşru görmez, göremezler. Yani hiç, ama hiçbir gerekçeyle başka
ulusların topraklarının işgal ve ilhakı ile oluşturulmuş günümüz ülkelerinin
sınırlarının korunması savunusu yapamazlar. Hele ki bunu, “sınırları değiştirme
istem ve girişimleri savaş vesilesi olur” savunusuyla hiç yapamazlar. Çünkü bu,
haklı ve haksız ayrımı yapmadan top yekûn karşı çıkılabilecek bir durum
değildir. Evet, elbette emperyalistlerin yeni pazar paylaşımları vesilesiyle
sınırları yeniden düzenleyerek yeni haritalar oluşturmalarına karşı durulmalı.
Ama aynı kararlılıkla mevcut sınırların, özellikle de Orta ve Yakın Doğu’da bizzat
yine daha önceki emperyalist paylaşım savaşlarının ürünü olduğunu ve
dolayısıyla da meşru olmadığını da kabul ederler. Bu anlamda da işgal ve
ilhaklara karşı kendi ulusal topraklarının sahibi olmak isteyen ulusların bu
taleplerini meşru görür ve desteklerler. Örneğin bugün emperyalist bir yeniden
paylaşım projesi olarak Büyük Orta Doğu Projesi’ne karşı çıkmak, tabii ki doğrudur.
Fakat aynı şekilde emperyalistlerin bu parçalama ve yeniden düzenleme projesini
mevcut çok uluslu devletler üzerinde uygulayacak olmasını, elverişli koşullar
olarak değerlendirecek olan, örneğin Kürtlerin, kendi yurtlarını Türkiye,
Suriye, Irak ve İran’ın işgal ve ilhakından kurtarıp bağımsızlaştırmaları da
kayıtsız koşulsuz olarak desteklenmesi gereken bir başka doğrudur. Ya da
Filistinlilerin, İran’da ki Azerilerin vb. durumda olan halkların kendi ulusal
topraklarını talep ederek, ayrılma haklarını kullanmak istemeleri, ya da zor ve
soykırımla yüzlerce yıllık yurtlarından edilen Ermeni ve Pontuslar başta olmak
üzere, aynı akıbete uğrayan diğer Anadolu, Mezopotamya ve Trakya halklarının da
yurtlarına geri dönme talepleri onların en meşru hakları olarak desteklenmek
durumundadır.
Aksi takdirde komünistler olarak, işgalci-ilhakçı egemen ulusun destekçisi
sosyal şovenler durumuna düşülmüş olur ki bunun haklı hiçbir gerekçesi olamayacağı
gibi, savunusu da yapılamaz. Ama maalesef K. Okuyan, TKP Genel Sekreteri
sıfatıyla, partisi adına bunu yapabiliyor.
Bayrak savunusu
Cumhuriyet savunusu yaklaşımında ki o soyut mantık, benzeri şekilde, bayrak
savunusunda da tekrar ediliyor: “Anlayamıyorum” diyor, “kendisine komünist ve
sosyalistim diyenlerin bu ülkenin bayrağına olan alerjilerini… İnsan ülkesini
nasıl sevmez? O bayrak, o ülke üzerinde yaşayan halkın bayrağıdır. Ülkesini
seven bayrağını da sever. Aslında devrimci sol cenahtaki bu bayrak ve milli
marş anti patisi, 12 Eylül rejiminin eseridir. Bu semboller birer işkence
unsuru olarak kullanıldı ve dolayısıyla da travmatik bir reaksiyonuna sebep
oldu” mealinde de bir gerekçelendirme yapıyor. (*)
Oysa komünistler tüm sorunlar gibi bayrak, milli marş, resmi bayramlar,
devlet vb. tüm bu sorunları da sınıfsal perspektifle ele alır. Ama kendisini
komünist addeden TKP ve Genel Sekreteri K. Okuyan galiba bir istisna olarak
bundan muaf olma ayrıcalığına sahip.
Sınıfsal perspektifle ve ama elbette ki işçi sınıfının dünya görüşü
perspektifiyle bakıyor olsaydılar; kapitalist bir sistemde ve keza farklı
ulusları tahakkümü altında tutan, tek dil, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet
dayatmasında bulunan asimilasyoncu bir ulus devlette bayrağın sadece bayrak ve
o ülke üzerinde yaşayan herkesin gönüllü ortak sembol ve kutsal değeri
olamayacağını bilir. Bilir ki o bayrak egemen ulusun ülkesi ve devletinin sembolü
olarak, ezilen bağımlı uluslara ve azınlıklara dayatılan bir zorbalık ve biat
ettirme sembolüdür. 12 Eylül’de yapılan da tam olarak budur. Başta Kürt ulusu
mensupları olmak üzere diğer azınlıklara mensup insanlara ve bu devleti yıkma
mücadelesi yürüten komünistlere ve sol devrimcilere bir boyun eğdirme,
iradesini teslim alarak biat ettirme enstrümanı olarak kullanılmıştır. Yani bu
fevri veya spontane bir uygulama değil; egemen ulus ve sınıfların bilinçli ve
sistematik bir yönetme ve asimile politikasıdır. Nitekim aynı şeyler benzer
şekillerde okullarda, kışla ve camilerde de ta kuruluş sürecinden itibaren yapılmak
şeylerdir.
Bayrak, tıpkı devlet ve ülke gibi, esasen egemen sınıflara ve egemen ulusa
ait olup, onların egemenlik ve sahiplik sembolüdür. Dolayısıyla da komünistlik
adına kimse kalkıp da sınıf bilinçli bir işçi ve emekçiden, bir sosyalist ve
komünistten, bir Kürt, Ermeni veya Rum’dan, bir ateist, Kızılbaş, Hıristiyan ve
Yahudi’den o bayrağı sahiplenmesini isteyemez. Bunu tutarlı bir demokrat veya
burjuva liberali bile yapamaz. Bunu ancak ki egemen ulus ve egemen sınıf
mensubu ırkçı-milliyetçi ve faşistler, ya da bunlara hizmeti “kutsal görev”
addeden “kendini bilmez” tayfalar yapar veya yapılmasını ister. (Bu sorun daha
önce bir başka makalede de işlenmiş olduğundan, çok da fazla uzatmaya gerek yok
aslında.) (**)
Yurtseverlik
savunusu
“İnsan ülkesini sevmez mi ya?” diyor TKP Genel Sekreteri. “Elbette ki
bizler yurtseveriz” (*) diyerek de bu vurguyu perçinliyor. Oysa sorulsa, TKP,
ikirciksiz bir kararlılıkla, Leninist olduğunu söyleyecektir. Ve fakat
ilginçtir Lenin, vatanın egemen sınıf olarak burjuvazinin ve de egemen ulusun
vatanı olduğu koşullarda komünistlerin vatansever olamayacaklarını savunur:
“Biz ancak iktidar proletarya tarafından ele geçirildikten sonra, barış
teklifinden sonra, gizli anlaşmaları yırttıktan ve bankalarla bağları
kopardıktan sonra, ancak bundan sonra anavatan savunucusu olacağız. Ne Riga’nın
işgal edilmesi ne de Petrograd’ın işgal edilmesi bizi anavatan savunucusu
yapmayacak. O zamana kadar biz proleter devrimden yanayız, savaşa karşıyız,
anavatan savunucusu değiliz.” Der. (***)
Kim komünist burada, Lenin mi TKP Genel Sekreteri K. Okuyan mı? K.
Okuyan’ın egemen ulusun ülkesinin bölünmez bütünlüğünü savunması da bu ülke ve
devleti temsil eden bayrağa olan sevgisi de faşist diktatörlük karakteri
kazanmış cumhuriyeti sahiplenmesi de hep işte bu anti Leninist burjuva
yurtseverlik anlayışı ve sınıfsal perspektifinden ötürüdür. Öz gerçeklik bu
olunca da partinin isminin komünist olması veya “biz komünistiz” demenin kimseyi
komünist yapmaya yetmeyeceği, kendiliğinden anlaşılır olmaz mı? Bu öylesine
bariz ve yalındır ki ırkçı faşist, işgal ve ilhakçı Türk Devleti’nin,
Kürdistan’ın ulusal kurtuluşu için mücadele yürüten gerilla güçlerine karşı
gerçekleştirdiği “sınır ötesi operasyonda” ölen askerler için taziyede
bulunurken; legal Kürt siyasi oluşumlarıyla ittifak içinde olan demokrat ve
sol-sosyalist oluşumlarla seçim ittifakı dahi kurmayacağını veya taktik güç
birliğinde bulunmayacağını dahi söyleyebiliyor. Bu bir bakıma, sosyal
şovenliğin de ötesinde, bariz olarak ırkçı-milliyetçi bir boyut da arz eder.
(*) (https://www.youtube.com/watch?v=MBtcb_M6cu8 )
(**) (https://halilgundogan.blogspot.com/2024/08/turkiye-ve-k-kurdistanli-solculara.html )
(***) (Lenin Seçme Eserler. C:6, Sf.213)