Halil Gündoğan
15.10.2024
En billur haliyle burjuva siyaseti açık ve arsız bir iki yüzlülüktür. Omurgasız bir oportünizm ve amaca varmak için her şeyi ve her yolu mübah gören bir ahlâksızlıktır. Demagoji, keyfiyet, çifte standart ve hamaset en etkili silahıdır. Irkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik ve şovenlik en gözde argümanlarıdır.
Tüm bu ayırt edici özellikleriyle burjuva siyasetinin en has temsilcileri ise öncelikli olarak daima ırkçı -faşist ve dinci-faşist parti ve şahsiyetler olagelmişlerdir. Son dönem Türk siyasetinde bu özelliklerin has temsilcilerinin, iktidar ortağı da olan İslamcı-faşist R.T. Erdoğan ile ırkçı-faşist Devlet Bahçeli olduğuna ise hiç kuşku yoktur. Özellikle Devlet Bahçeli, sergilemekte olduğu maharetiyle adeta bu işin ordinaryüsü mertebesine kadar yükseltti kendisini.
Örneğin daha dün ikirciksiz demekteydi ki: “PKK’nın milis unsuru olan DEM’in TBMM’de 57 milletvekili vardır.”, “…terör ve bölücülük odağı DEM’in düşman olduğu devletten 2024 yılında alacağı toplam parasal…”, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne düşman kesilen sözde parti veya partilerin Cumhuriyeti kuran TBMM’de bulunması, hazineden yardım ve maaş almaları rezalettir, melanettir, cinayettir, zillettir, milletimize karşı en aşağılayıcı muameledir. Böylesi bir haksızlık ve hukuksuzluk dünyanın hangi ülkesinde görülmektedir? Gelişmeler karşısında ilk önerim, 57 DEM milletvekilinin maaşının ve bu terör yuvasına ödenecek Hazine yardımının derhal kesilerek terörle mücadeleye ve şehit ailelerine aktarılmasıdır.” (rudaw.net 21.08.2024)
Keza her fırsatta; “HADEP ve devamı parti derhal kapatılmalıdır.” diyordu. Hatta hızını alamayıp, kapatma davasını sonuçlandırmamış olan Anayasa Mahkemesi’ni de teröre destek vermekle itham edip, onun da derhal kapısına kilit vurulmasını istiyordu. vs. vs.
Fakat aynı Bahçeli, dün bunları kendisi söylememiş gibi, bugün kalkmış, büyük bir pişkinlikle şunları söyleyebiliyor: “Bize göre doğru siyaset buluşturan, yakınlaştıran, kavuşturan, kucaklaştıran, kutupları teker teker aşındıran ahlaklı siyasettir. Doğru siyaset sorumluluk duygusunu ilke edinen, kardeşlik ve kaynaşma kültürünü vatan ve millet sevgisiyle eklemleyen akıl dolu siyasettir. (…) Biz siyaseti bir savaş biçimi olarak ele almıyoruz, insanların birbiri üzerine egemenlik kurması olarak değerlendirmiyoruz (…) Siyasette hiçbir kimseyle hiçbir parti ile kategorik olarak alıp veremeyeceğimiz konuşup çözemeyeceğimiz bir şey yoktur. (…)”, “Uzattığım el milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır.”, “Uzattığım el gelin Türkiye partisi olun gelin teröre cephe alın gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenenin teklifidir. (…)”, “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım.” (t24.com.tr)
R.T. Erdoğan da Bahçeli’nin bu tutumunu şu sözlerle sahiplenip desteklerken; aslında bunun Cumhur İttifakı’nca önceden planlanıp kurgulanmış olduğunu da beyan etmiş oluyor: “(…) Daha fazla uzlaşıya ihtiyacımız olduğu kanaatindeyiz. Milletimiz için hiçbir diyalogdan kaçınmayız. MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin yaptığı açıklamaları 85 milyonun kardeşliği adına çok anlamlı buluyorum. Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz.” (gazeteduvar.com.tr web sitesinden)
Burjuva siyasetinde ikiyüzlülüğün ne derece normal ve olağan bir enstrümanı olduğunu da yine en iyi Bahçeli’nin ve takiye erbabı Erdoğan’ın kendi sözleri ortaya koymakta. CHP’ye ve Özgür Özel’e olmadık hakaret ve tehditlerde bulunduktan sonra, el sıkışırken şunları söyleyebiliyor Bahçeli: “Birbirimizi kırmıyoruz inşallah”, “Üzülme, bazen siyaseten söylememiz gerekenler oluyor. Siyasetin gereği olarak…” (t24.com.tr)
Özgür Özel’in tutumu ise; “bir şey olmaz. Ancak yine de nezaket ve saygıyı elden bırakmamak gerekir” minvalinde bir yaklaşımla, bu iki yüzlü siyaseti, biraz estetize edip esnekleştirerek normalleştirmenin bir başka varyantı oluyor. Oysa en azından siyaseten bu iki yüzlü arsızlığa tavır koyması icap ederdi. Aynı tutumu Erdoğan şahsında da sergilemesi gerekirdi. Ama galiba bu kadarı da Özgür Özel’in siyaset yapış tarz ve kapasitesiyle ilgili bir yetmezlik hali olsa gerek: Edilgen ve pasif.
Yadırganması gereken tutum ise DEM Partili yetkililerin sergilediği tutumdur. Yaşatıla gelen onca faşizan uygulamaların birinci dereceden baş sorumlularından olan bir faşistin uzattığı o kanlı eli, diplomatik siyaset gereğince de olsa öyle kolayca tutulmamalıydı. Elbette nezaket sınırları içinde kalarak ve ama haklı ve meşru bir davanın temsilcileri olmanın verdiği yüksek bir özgüvenle, onun gözlerinin ta içine bakarak: “Sayın Bahçeli, kusura bakmayın ama elinizi şayet dostane niyetlerle uzatıyorsanız, bunu ancak ki Kürt halkından özür dileme koşuluyla yapabilirsiniz. Ancak ki bu özür sizin samimiyetinizin ifadesi olabilir. Bu halk artık yeterince ders aldı sizlerin yalan-dolan, hile ve entrikalarınızdan. Dolayısıyla da artık siz de görmelisiniz Kürt halkı, Alevi toplumu ve kadınlar nezdinde itibar kredinizin çoktan sıfırı tükettiğini. Kusura bakmayın, toplum önünde açıktan özür dilemediğiniz sürece bize uzattığınız o eli tutma yetkisine sahip değiliz.” Mealinden bir şeyler demeliydiler en azından.
Ama ne yazık ki demediler, diyemediler. Denize düşüp de yılana sarılanların biçareliğine yorumlanabilecek bir yaklaşım sergilediler ki bu, tipiktir. Tipiktir çünkü bir bakıma, Öcalan’ın esir düştüğünde takındığı tavır benzeri bir tavırdır.
Öcalan o tarihi kesitte, bir ulusal kurtuluş davasının önderi olmasının kendisine yüklediği o stratejik değere sahip tarihi misyonu unutarak, bir isyan önderi değil de sanki de haksız yere devlete karşı çıkmış olmanın getirdiği bir mahcubiyet haliyle; uçaktaki devlet temsilcilerine: “Benim annem de Türk. Devlet bir şans verirse, her türlü hizmete hazırım.” Minvalinde, son derece olumsuz bir tavır sergileyebilmişti.
Hatırlanacağı üzere o sürecin “devlet aklı” Öcalan’a o şansı tanıdı. Öcalan da verdiği söze bağlı kalıp; hizmetini fazlasıyla sundu. Ancak ne var ki sonraki süreçte savaş ve çatışmadan beslenen ve bu yüzden de Öcalan’ın kendi kişisel yaşamının güvencesine endeksli olarak, siyasi bir statüden ziyade, bir nevi kültürel özerklik ile sınırlı, son derece alt düzeyli “barışçıl çözüm” önerisini dahi reddeden devlet içi farklı klik ve çıkar grupları bu hizmeti sabote ederek etkisiz kılmayı başardı. Sonra, savaştan umduğunu bulamayıp, girdiği sıkışıklığı aşmanın bir çaresi olarak da bir kez daha “barışçıl çözüm” taktiğine döndüler. Ve ama “Arap Baharı” süreciyle bölgede değişen güç dengelerini yeni bir fırsat olarak değerlendiren devlet aklı, verilen molayı yeterli görerek, tekrardan savaş kararı aldı. Hem de her cephede yok etmeyi öngören top yekûn bir saldırı…
İşte Bahçeli ve Erdoğan’ın HADEP ve DEM Parti’ye ve yöneticilerine yönelik (hatta bunlar üzerinden CHP’ye yönelik “terörist yandaşlığı” ithamları da) dünkü saldırganlıkları da bu sürecin doğrudan birer unsuru olarak kullanıldı.
Anlaşılan bugün de Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyuyor olmalılar ki “yeni bir dönem”, “iç barış”, “bin yıllık kardeşlikte kenetlenme”, “Milli birliğin yeniden tesis edilmesi” ve “85 milyonun kardeşliği” vb. teraneleri, koro olarak yeniden piyasaya sürme kararı aldılar.
Burada şu hususun önemle görülmesi gerekiyor: Devletin bu ağız ve söylem değişikliği asla gerçek anlamda başta Kürt sorunu ve diğer çatışmalı toplumsal sorunlarda iç barışı sağlama niyet ve isteğinin bir ifadesi değildir. İktidar bloku olarak Cumhur İttifakı, artık hat safhaya dayanmış olan iç ve dış sıkışmışlığını bu tür demagojik söylemlerle perdelemek istiyor. Kamuoyunda oluşan ve de artan oranlarda daha da fazla biriken tepkiyi, oluşturulan bu yapay gündem üzerinden etkisizleştirmeye çalışıyor. Bir diğer nedeni ise bu sahte söylemlerle DEM Partiyi tavlayıp, ihtiyacını duydukları yeni anayasa yapımında kendilerini desteklemelerini sağlayabilme beklentisidir.
Ama elbette bunları gerekçe olarak sunacak değiller. Her zaman ki gibi paravan olarak kullanacakları bir “Allah’ın lütfu” imdatlarına yetişiyor ve hakkını teslim etmek gerekir ki bunu kullanmakta da son derece mahirler. Şimdiki lütuf ise; “İsrail tehdidi” senaryosu!..
Böylesi bir tehdit gerçekliğinin olmadığı elbette son derece açık. Ama bunun bir önemi yok; önemli olan, bunu kullanışlı bir yalana çevirip, kamuoyunun önemlice bir kesimini manipüle etmekte kullanabilmektir.
“Yapmakta olduklarının özeti bundan ibarettir.” denirse, bu, kesinlikle yanlış olmayacaktır. Ve öyle görünüyor ki Erdoğan’ın; “Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin muhatapları tarafından da layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz.”sözleriyle, muhataplığın esas özne olarak işaret edilen DEM Parti ve çevresi bu işe fazlasıyla angaje olma eğiliminde.
Galiba egemenlerin yalan-dolan ve hileleriyle baş edememe hali Kürtlerin bir nevi “makus talihi” olmaya devam edecek gibi.