Halil Gündoğan
01.04.2025
Zorbalığa ve darbeye direnmek ve iktidarı talep etmek halkın meşru hakkıdır.
Siyasal mücadelenin ana yöneliminin, iktidar olma ve orada kalma mücadelesi olduğu söylenirse; bu, yanlış olmayacaktır. Siyasal partiler bu mücadelenin meşru örgütsel aparatlarıdır. Varlık nedenleri, gelecek için ön gördükleri toplumsal düzeni tarif eden programları doğrultusunda örgütlenip, oluşturdukları toplumsal rıza ile iktidarı talep edip almaktır.
Bu, normal demokratik tüm sistemlerin, olmazsa olmaz temel işleyiş kuralıdır. Taraflar buna saygılı davrandığı oranda sistem, siyasal istikrarını esasen koruyor olacaktır. Ve fakat gerek bu normal yolla değil de askeri veya sivil darbe yoluyla iktidarın gasp edildiği veya terkedilmek istenmediği koşullarda toplum, kendi iradesine sahip çıkma meşru hakkına sahiptir. Bu da demokrasinin olmazsa olmaz bir diğer kuralıdır. Toplum, karşısına çıkarılan bu azınlık zorbalığı ve şiddetine karşı, zorunlu olarak kendisini ve haklarını korumak için savunma, direnme ve zorbaya haddini bildirme kolektif tutumu geliştirecektir. Bu, hem tamamen meşru ve demokratiktir ve hem de kaçınılamaz bir zorunluluktur. Çünkü şu veya bu şekilde iktidarı gasp ederek halkın iradesine ipotek koyanlar geriye bir başka yol bırakmamıştır.
Darbeye karşı direnmek meşrudur
Dinci faşist Cumhur İttifakı’nın 19 Mart’ta gerçekleştirdiği sivil darbe, hiçbir kıvırtmaya yer bırakmayacak açıklıkla nettir ki normal demokratik yollarla iktidarın el değiştirmesi kuralını askıya alma ve iktidarı terk etmeme operasyonuydu. Dolayısıyla da hem kendisi de bir sistem partisi olan ve varlık gerekçesi bu burjuva sistemin istikrarını korumak ve devam ettirmek olan ana muhalefet partisi konumunda olan CHP’nin ve hem diğer burjuva partilerinin ve hem de sol-sosyalist ve komünist parti ve siyasal oluşumların bu darbeye karşı direnç göstermeleri kadar meşru ve haklı başka hiçbir tutum yoktur, olamaz.
Başta anayasa olmak üzere “adil” ve “tarafsız” yargının askıya alındığı, yargının tamamen muktedirin keskin kılıcı olarak kullanıldığı koşullarda halkın en demokratik anayasal hakkını kullanarak sokak ve meydanlara çıkarak bu darbeyi boşa çıkarma iradesi göstermesi de yine aynı oranda meşrudur. Çünkü hem başka yol bırakılmamıştır ve ama daha da önemlisi hem de sokak ve meydanlar demokrasilerde halkın hak arama ve hesap sorma meşru alanlarıdır. Bu hakkın kullanılmasının kısıtlandığı veya zorlan ortadan kaldırıldığı yerlerde demokrasiden değil, her türden faşist yönetimden söze dilebilir ancak ki. Örneğin İsrail buna çarpıcı bir örnektir: Faşist-Siyonist ve başka halkların haklarına saygı duymayan mevcut iktidar, savaş koşullarında olmalarına rağmen, iktidar muhalifi farklı halk kesimlerinin sokak ve meydanları aktif bir mücadele alanı olarak kullanmasını, örneğin sıkı yönetim vb. yöntemlerle askıya almış değil, ya da alamıyor. Bu, burjuva anlamda da olsa oradaki sistemin iç demokrasinin ne oranda köklü bir oturmuşluğa sahip olduğunun bir göstergesidir de aslında.
İslamcı faşist iktidar ise bu meşru hakkını kullananları iç savaşla tehdit ediyor
Derin devletin borazanı faşist şef Bahçeli, devletin ve tabii ki Erdoğan iktidarının refleksinin tercüman ifşacısı olarak şunları söyleyebiliyor:
“O sebeple sokaklar çare değildir.
Şayet sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek, olayların önüne nasıl geçilecektir? Sokak çağrısı yapan provokatörler acaba o vakit ortada bulunacaklar mı yoksa çoktan ülkeyi terk etmiş mi olacaklar. (…)” (*)
Açıkça görüleceği gibi Bahçeli burada hem bir iç savaş tehdidinde bulunuyor ve ama daha da önemlisi hem de bu tehdidi kullanarak, sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilan edilebileceğini söylemiş oluyor.
Bununla halka açıkça gözdağı verilmek isteniyor. Amaç, halkı sokak ve meydanlarda hak arama ve hesap sorma, zorbalığa ve irade gaspına dur deme kararlılığından vazgeçirmektir.
Bu konjonktürde iç savaşı göze alabilirler mi?
Bu konjonktürde, yani Bölgesel gelişmelerden ötürü “iç barışın”, “iç cephenin tahkim edilmesinin” ve Kürt-Türk İttifakının sağlanmaya çalışıldığı bu koşullarda iradi olarak bir iç savaşı göze alamayacakları rahatlıkla söylenebilir. Ancak toplumsal muhalefetin yıkıcı yöneliminin bastırılamadığı durumda, ezerek bastırma adına bunu göze alabileceklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bahçeli’nin tam da bu süreçte, bir başka derin devlet elemanı ve aynı zamanda “ülkücü mafya lideri” Sedat Peker’e teminat vererek ülkeye dön çağrısı yapması da çok tesadüfü olmasa gerek. (**) İşte olası bu kötü senaryoya karşı da özellikle sol-sosyalist ve komünist devrimci örgütlerin ve keza bu özgülde CHP’nin de halkın can ve mal güvenliğinin nasıl sağlanacağına dair şimdiden “derslerini” iyi çalışmaları gerekecektir. Çünkü bir iç savaşın hafife alınacak hiçbir yanı olmayacaktır. Cumhur İttifakı’nın silahlandırılmış on binlerce yerli ve yabancı paramiliter gücünün, bir o kadar silahlı milis ve keza polis ve gece bekçilerinin oluşturduğu devasa bir silahlı gücünün olduğu unutulmazsa, durumun vahamet boyutu daha iyi anlaşılabilecektir.
Sıkıyönetim veya olağanüstü hâl
Toplumsal itirazın önünü alamaz ve de bunun artık bir “beka” tehdidi haline geldiği fikrine varırlarsa; hiç kuşku yok ki bunu da “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirerek, sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilanı için gerekçe yapacakları kuvvetle olası olacaktır.
Tek çare her halükârda direnerek bu ceberutlar iktidarını defetmektir
Başta sol-sosyalist ve tüm diğer demokrasi güçlerinin ve keza bu sürecin doğrudan muhatap dinamiklerinden olan CHP’nin sürecin bu olası risklerini hesaba katarak, bir an önce toplumsal muhalefeti anti faşist direniş cephesi veya bir başka ifadeyle demokrasi ve özgürlük cephesi formatı altında çok daha güçlü bir şekilde örgütleyip, organize etmesi, ertelenemez tarihi bir görev ve sorumluluğu olacaktır. Aynı şekilde bu örgütlü güçle çok daha kararlı bir şekilde meydan ve sokakları terk etmeyerek; direnişi büyütmesidir. Emekçilerin üretimden gelen gücünü örgütleyerek, olası sıkıyönetim veya olağanüstü hâl ilanına karşı genel grev dahil, daha pek çok fiili yeni direniş cephelerinin şimdiden örgütlenip, hazır hale getirmesidir.
Evet, şayet bu bilinç ve kararlılıkla, birleşilebilecek tüm direniş dinamikleri anti faşist bir demokrasi cephesi altında birleştirilip, tavizsiz uzun soluklu bir direniş ve püskürtme stratejisi izlenirse; işte o zaman “örgütlü halkın kahredici bu gücü karşısında hiçbir ceberut güç dayanamayacaktır” diyebiliriz. Sıkıyönetimleri veya iç savaş teşebbüsleri de onları bu kaçınılmaz sonuçtan kurtarmaya yetmeyecektir.
(**) (https://www.youtube.com/watch?v=RdEW4YiEMXA