Halil Gündoğan
18.07.2025
Ne olmuştu?
Bilindiği üzere bölgedeki gelişmeleri TC. Devleti için yakın bir beka tehdidi olarak algılayan devlet aklı, çareyi, Misakı Milli zemininde Kürt-Türk ittifakının yeniden kurulmasında bulur. Bunun için, ta Turgut Özal döneminde bu fikri benimsediğini beyan eden ve İmralı süreciyle birlikte de bunu temel bir “çözüm stratejisi” olarak öneren Öcalan ile kapalı kapılar ardında görüşmeler başlatılır. Erdoğan’ın bir konuşmasında: “İç cephe tahkimatı ve iç barışın sağlanmasının aciliyeti” üzerine yaptığı konuşmanın ardından, Bahçeli’nin bilinen çıkış ve açıklamalarıyla, kotarılan bu ittifak, aşamalı bir şekilde kamuoyuna da açıklanmış oldu.
Kürt-Türk İttifakı
hangi ihtiyacın ürünü?
Gerek Öcalan’ın gerek Bahçeli ve diğer bazı yetkililerin ve ama daha çokta devlet
aklı adına kamuoyunu ve tarafları hazırlama ve siyasete yön verme misyonu
yüklenmiş bazı şahsiyetlerin içerden bilgilerle yaptıkları açıklamalarda bu
ittifakın sırf K. Kürdistanlı Kürtlerle sınırlı olmadığı açık olarak ortaya çıkmış
oldu. Zaten TC. Devleti açısından böylesi bir ittifak gereksinimini doğuran
gelişmeler esasen dış cephedeki gelişmeler olduğundan; rahatlıkla anlaşılacağı
gibi, ittifakın ana bileşen unsurları, K. Kürdistanlı Kürtler ve bunlar
üzerinden esas olarak Doğu ve Batı Kürdistanlı Kürtleri bu ittifaka
katabilmekti. Güney Kürdistanlı Kürtler de elbette bu ittifakın bileşenidir.
Ama onlar zaten çok daha önceden kazanılmış Kürtler olduğundan, Öcalan’ın
bunlar için özel olarak devreye girmesine pek gerek yoktur.
İttifakı
gerçekleştirme formülü
Öcalan ve içten haber alan kaynak kişilerin aktardıkları ve ortaya
koyduklarından anlaşıldığı kadarıyla, öngörülen ve üzerinde mutabık kalınan
Kürt-Türk ittifakı; K. Kürdistanlı Kürtlerin yeni bir ulus devlet inşa etmek
üzere mevcut Türk ulus devletine “eşit vatandaşlık” bağı ile entegre edilmesi,
diğer parçalardaki Kürtlerin de federasyon ve benzer ulusal özerk statülerle
TC. Devletinin himayesine geçme irade beyanı yoluyla gerçekleşecektir. Yani
öngörülen ittifak projesinin fiiliyattaki karşılığı bu. Zaten bu koşullar
realitesinde kurgulanan bu ittifakın başka bir gerçekleşebilme yol ve imkânı da
yok gibi. Çünkü sıcak savaş ortamındaki gibi, ortak düşmana karşı güçleri
birleştirerek aynı safta fiili savaşma durumu söz konusu olmadığına göre, bu
ittifak başka türlü nasıl mümkün olabilecek?
İttifakın ruhuna
aykırı söylemler
Projenin yapısal mantığı böyleyken; TC. Devletinin ve en son olarak da ABD
Büyük Elçisinin Rojavalı Kürtleri ısrarla, kendilerini şeriatçı Suriye Arap
Cumhuriyeti olarak tanımlayan Şam devletine, hiçbir siyasal statü koşulu ileri
sürmeksizin katılmaya zorlamalarının nasıl bir izahatı ve mantığı olabilir
acaba? Suriye devletine entegre olmuş, iradesini ona devretmiş Rojavalı
Kürtlerin, stratejik kurtarıcı can simidi olarak öngörülen Kürt-Türk
ittifakının bileşeni olabilmeleri nasıl mümkün olabilecek?
Rojavalı Kürtleri Suriye Arap Cumhuriyetine, Rojhilatlı Kürtleri İran
Devletine, tıpkı Türkiye modelinde yapılmak istenen gibi, siyasi statüsüz
eklemlenmesini istemek; açıktır ki gereksinimi duyulan Kürt-Türk İttifakının
oluşmasını bariz bir şekilde imkânsız kılar. Kaldı ki bu mantık, Güney
Kürdistan’ın mevcut federasyon yapısının tanındığı ve ittifaka zorunlu olarak
bu statüsüyle dahil edileceğine göre; Rojava için bu dayatmanın anlamı ve
mantığı var mı?
“Boş hamleler” ile
zemin hazırlama taktiği
Misakı Milli zemininde öngörülen Kürt-Türk İttifakı projesinin başta ABD
olmak üzere, BOP’un diğer başat aktörlerinin icazetine sahip olduğunu söylemek
bile abes olur. Dolayısıyla da ABD Büyük Elçisinin, tıpkı Erdoğan gibi, tek
devlet, tek ordu ve tek yol Şam demesinin, taktiksel boş hamle yapma dışında
nasıl bir anlamı olabilir acaba?
Hatırlanırsa yıllar önce gündeme gelen Güney Kürdistan’ın bağımsız devlet
olma referandumuna, “zamansız” diyerek karşı çıkan ABD, geçenlerde bir
yetkilisinin ağzından Güney Kürdistan’ın bağımsız devlet olma zamanın geldiğini
piyasaya sürdü. Keza TC. Devletinin desteğine sahip Barzani yanlısı Rojavalı
Kürtlerin siyasal temsilcileri federasyon talebini ulusal konferansın kararı
olarak çıkardıklarında, Erdoğan veya Bahçeli’den herhangi bir itiraz ve had
bildirme lafları duyan oldu mu?
Bilinçli ve maksatlı
gerilim
Öte yandan bir taraftan güya Rojavalı Kürtlerin Şam devletine entegrasyonu
için 10 Mart Mutabakatı imzalanacak ve ama hemen iki gün sonrasında da adeta bu
entegrasyonun olabilmesini imkânsız kılacak şekilde, devletin isminden tutun da
hukukuna kadar her şeyi Kürt tarafının, Alevi ve Dürzilerin asla kabul
etmeyecekleri bir anayasa dayatılacak. Bunun açık anlamı birliği sağlamak
değil; imkânsız hale getirmektir.
Asıl amaç
Yani özetle; Rojavalı Kürtlere ilişkin geliştirilen bütün bu boş hamlelerle
Kürtleri, Arapları, Alevi ve Dürzileri restleşme noktasına getirmek ve böylece
de ciddi bir iç savaş riski oluşturarak, tarafları ve genel kamuoyunu eski
Suriye’nin artık mümkün olamayacağına ikna etmektir. Kafalarında ki projenin, Suriye’yi
en az üç parçaya bölmek olduğu rahatlıkla ön görülebilir. Kendisini (Hakan
Fidan’ın da telkiniyle) “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak tanımlayan bugünkü Şam
devleti varlığını korurken; Kürt özerk yönetimi kendi statüsünü koruyarak veya
ulusal konferans kararı gereğince federasyona dönüştürerek, Öcalan’ın istemi
doğrultusunda Kürt-Türk İttifakının bir bileşeni olarak Türkiye himayesine
geçme iradesi beyan edecektir. Dürziler ve Aleviler de muhtemelen aynı yolu
izleyerek, İsrail’in himayesine geçme tercihinde bulunacaklardır. Türk Devlet
Başkanı Erdoğan’ın özellikle de son konuşmalarında ittifak bileşenini ikiden
üçe çıkarıp, “Türk-Kürt-Arap İttifakına” güçlü vurgular yapması ve keza ABD
Büyük Elçisinin çözüm formülü olarak “Osmanlı millet sistemi” söylemiyle buna
bir nevi koltuk çıkmasını baz alarak, Şam devletinin de Türkiye’nin himayesine
bırakılması üzerinde bir anlaşmaya varılmış olabileceği, bir olasılık olarak,
düşünülebilir elbet. Fakat ABD’nin Şam devletini tamamen kendi kontrolü altına
alma ve İsrail ile Abraham Anlaşması üzerinden müttefik yapma gayretlerine
bakılırsa; Şam devletinin Türkiye’nin denetimine girmesini istemeyeceği ve de
buna müsaade etmeyeceğini söylemek daha isabetli olacaktır.
Sonuç olarak
Öcalan ve Türk Devletinin önem ve ısrarla istedikleri Kürt-Türk İttifakının
bu koşullarda kurulabilmesini mümkün kılacak bir başka formül, göründüğü
kadarıyla yok gibi. Dolayısıyla da ABD Büyük Elçisinin Türk Devletinin
tekrarladığı retoriği dile getirmiş olmasından hareketle Rojavalı Kürtlerin,
kendilerine gösterilen “Tek yol Şam” seçeneğine mecbur kalacakları ve
dolayısıyla da şimdiki siyasi statülerini de yitirecekleri ve keza Kürt-Türk
İttifakının da ABD ve İsrail tarafından böylece suya düşürülmüş olacağını
öngören yaklaşımların isabetli olmadığını söylemek yanlış olmaz.
Neden? Çünkü unutmamak lazım ki Öcalan-Bahçeli-Erdoğan ittifakının ajitatif;
“Emperyalist tuzağı boşa çıkarıyoruz” söylemine rağmen bu proje, bölgenin
yeniden dizaynı esası üzerinden kurgulanan emperyalist bir projedir. Türk
Devleti, Öcalan üzerinden pişirdiği Kürt-Türk İttifakıyla bu projenin doğrudan
uygulayıcı aktörlerindendir. Keza bizzat kendisi, “Yeni Osmanlıcı” emeller
kisvesi altında, bölgede emperyal bir heves peşindedir. Bunu nasıl dile
getiriyordu Erdoğan: “Bugün büyük ve güçlü Türkiye’nin şafağı söküyor.” “(…)
Şam bizim ortak şehrimizdir. Mardin, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Halep,
Hatay, İstanbul, Ankara bizim ortak şehrimizdir.” ve “Türkiye Türkiye’den
büyüktür.” Vs.
Misakı Milli zemininde sağlanacak Kürt-Türk İttifakıyla Kürdistan’ın toprak
bütünlüğünün defakto olarak sağlanacak olmasından hareketle bu emperyalist
projeye destek çıkmak veya bunun karşısında “hayır hah” bir tutum içinde olmak hem
ilkesel ve hem de stratejik çıkarlar bakımından gerçek Kürt ve Türk yurtseverlerinin,
her milletten emekçilerin ve sol-sosyalistlerin çıkarlarına terstir. Bu proje
Kürt ve Türk emekçilerinin değil, Tekelci Türk burjuvazisinin ve bununla
bütünleşmek isteyen işbirlikçi liberal Kürt burjuvazisinin istemi olabilir
ancak ki.
Öte yandan bu ittifak, mevcut dinci faşist tek adam rejiminin kendisini
yeniden tahkim etmesinin oldukça güçlü bir dayanağı olacaktır. Bu da emekçi
halk üzerinde daha koyu bir baskı rejimi kurmanın ve şeri hukuku
kurumsallaştırmasının manivelası olacaktır. Dolayısıyla da buna karşı çıkmayı ve
mücadele etmeyi tarihi bir görev ve sorumluluk olarak kabul etmek gerekiyor.