DİSİPLİN ANLAYIŞIMIZA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ – II


Halil GÜNDOĞAN

25.05.2024

 

II.Bölüm:

Laz Nihat’ın başında bulunduğu ekip, öylesine şuursuzca bir gözü kapalılıkla kontraya tabi hareket etmekteydi ki düşünün, düşman operasyonlarının sürmekte olduğu bir arazide, başta ben olmak üzere, kendilerinden yana tavır almayacaklarına kanaat getirdikleri bir grup gerillayı silahsızlandırarak, öylece araziye terk etmeyi bile göze alabildiler… 

 

Neyse ki köylülerin de yardımıyla, kısa sürede yoldaşlar gelip bizi buldu da silahsız savunmasız durumumuz uzun sürmedi. Yoldaşlarla bu koşullardaki buluşmamız, tabiatıyla, çok farklı oldu. Çok çok farklı bir duygu yoğunluğuydu yaşanan… İsyan yoldaş, bizimle buluşmaya gelen grubun en önündeydi. Koşuştururcasına bir tempoyla geliyordu. Belliydi ki çok acelesi vardı. Babasını ve diğer yoldaşları bir an önce kucaklamak ve güvene almak istiyordu.


Sıkıca kucaklaştık: “Duyduğumuzda öyle çok korktuk ki yoldaş. İnanılır gibi değil; sizi göz göre göre düşmanayem yapmak istemişler. Bu nasıl bir devrimciliktir Zeynel yoldaş?” diyordu bir taraftan da.

 

Evet, ortada izahata muhtaç ve gerçekten de insanın insanlığını ve devrimciliğini sorgulatan bir pratik sergilemişlerdi.

 

Partiyi bölüp parçaladıysanız ve de insanlar bir şekilde saf tutmak durumundaysa; bu, en nihayetinde ideolojik-siyasi boyutlu bir sorundur, değil mi? Kim, ne adına Partiyi bölmüştüyse, bölmüştü; ancak, MK üyesi de olan Lenko, Cem ve Pala İsmail biliyorlardı ki ta 1. OPK’dan beri Zeynel, sıkı bir markajla, tecritte tutuluyor ve Parti içi gelişmeler kendisinden özenle saklandığı gibi; şu ‘bölünme’ kapsamında olup bitenlerde de herhangi bir rolü bulunmamakta… Öte yandan, silahsızlandırılıp ortalığa öylece terk edilen diğer yedi gerillanın durumu ise, apayrı bir gerçeklik. Haydi diyelim Zeynel’den umudunuz yok ve o, sizin karşı cephede gördüklerinizin bir kadrosudur, peki ya diğerleri? Partiyi, şayet ideolojik-siyasi nedenlerle böldüyseniz ve kendinizin doğruluğuna ve haklılığına, öbür tarafın ise oportünist-revizyonistliğine inanıyorsanız, vardığınız hüküm buysa; peki bu durumda insan nasıl olur da bu yedi gerillayı, hiç olmazsa kazanma çabası içinde olmaz? Yani hiç olmazsa bu insanlara gelişmeler özetlenir ve kendilerinden yana tavır belirlemeleri istenir, değil mi? Normal olan, doğru olan davranış budur her haldeki. 

 

Ama amacı tamamen farklı olanların, bu ‘normal’ ve ‘doğru’nun gereğince davranmayacakları da açık değil midir? Nitekim yapmadılar böyle bir şey. Bizim, en azından devrimci veya halktan insanlar, dost güçler, halk saflarında insanlar olma gerçekliğimizi dahi yok sayarak; karşı-devrimci bir tutum ve yaklaşımla, bizi silahsızlandırıp, operasyon bölgesinde öylece savunmasız bırakıverdiler. 

 

Haydi bir anlığına, silahları, “Parti malı” diye aldıklarını varsayalım, peki bu insanları öyle savunmasız, orta yerde bırakmak da neyin nesi oluyordu? Mesela niye korumaları altında götürüp arkadaşlarının bulunduğu alana veya daha güvenli yerlere bırakmıyorlardı? 

 

Bu değerli kadrolara, yılların devrimcisi arkadaşlara bu kadarını dahi yaptırmayan olgu neydi acaba? Halka ve devrimcilere karşı sorumluluk duymanın, komünistler için ilkesel bir sorun olduğunu bilmiyor olabilir miydi bu arkadaşlar? Haydi diyelim Laz Nihat kontra olduğu, Ali Haydar ve diğer bir-iki unsur, şuursuzlaşmış piyonlar olduklarından ötürü bu ilkeyi bile bile çiğniyor olsunlar; peki diğerlerinin aklı-yüreği ve sorumluluk bilincine, ilkelere bağlılıklarına ne olmuştu?

 

Disiplin gereği, emir demiri keser” mi diyeceksiniz? Hayır, böylesi düz bir mantık ve koşulsuz, ‘mutlak disiplin anlayışı’ olamaz, olmamalı da. Şayet “emir-demir” denklemindeki demir”, bir ilkeyse ve şayet emirmeşruluğunu ilkelerden, genel strateji ve prensiplerimizden almıyorsa; o emir o demiri kesemez, kesmemelidir de!

 

İlkesel ve ilkelere göre meşru olanı buydu. Ama ne yazık ki kendisine komünist diyen bu kadrolar, bu bilinç ve sorumluluktan fersah-fersah uzaktaydılar. 

 

Başımızda bulunan Lenko, Cem ve Pala İsmail’e bu gerçeği anlatıp, sorumlu davranmalarını istememe rağmen; “Bu karar MK kararı; maalesef yapabileceğimiz bir şey yok” diyebildiler tereddütsüzce.

 

Yani lafın özü şu ki bu yedi gerillaya, bu yedi devrimci insana, halktan bu yedi insana karşı takınılan bu tutumun kendisi bile, yapılanın, yapılmaya çalışılanın aslında tam olarak ne olduğunu ve neye ve kime hizmet ettiğini gözler önüne seren çok çok önemli bir ayrıntı” idi.

 

Ve o sürecin yaşanan bu olguları somutunda bir kez daha acı bir şekilde görmüş olduk ki aslında; MK kararı, bizi aşar, yapabileceğimiz bir şey yok” diyen Lenko, Cem ve Pala İsmail’i çok da fazla ayıplayıp kınamanın pek bir anlam ve gereği yoktu. Çünkü buradaki kötülük” ve “ihanet” her ne kadar da onlar üzerinden icra olunuyorduysa da aslında bu “kötülük” ve “ihanet” o üç yiğit devrimcinin doğrudan kendi eseri değildi. Buradaki bu kötülük; o insanları, kötüyü, “disiplin” adına yapmaya koşullayan, “örgüt disiplini adınaonlara bunu yapmalarını disiplin ilkesi olarak belletip buyuran anlayış ve bu anlayışın oluşturduğu kültürel değerler toplamının bir şaheseriydi.

 

Evet, aslında o insanlara bu (ve daha benzeri bir yığın) kusuru yaptıran, onları böyle davranmaya koşullayan ana unsur, öğretilen, öğretile gelen ve tabulaştırılan “örgüt disiplini” anlayışımızdaki “kör”, “mutlak” ve “koşulsuz” disiplin olarak vücut bulan, kusurlu disiplin anlayışıydı.

 

Hiçbir koşula bağlamaksızın, kayıtsız-koşulsuz bir şekilde; “eleştiri hakkı saklı olmak üzere, kişiler ve alt organlar, üst organ ve kademelerin karar ve talimatlarını yerine getirmekle yükümlüdür şeklinde özetlenebilecek bir anlayışla insanlarınızı eğitir ve bunu bir disiplin ilkesi” olarak bellemelerini sağlarsanız; işte bu durumda o insanlara, saklı olan eleştiri haklarını daha sonra kullanmak dışında hiçbir se- çenek bırakmamış, insanlarınızı, tipik birer; “ben bilmez merkez bilir” diyen, bilinçli davranış yetisi esasen elinden alınmış olan robot insan”a çevirmiş olursunuz.

 

Burada mantıksal kurgu şöyle şekillenir: Aslolan, kendini bağlı hissettiğin örgütünün çıkarlarının gözetilmesidir. Örgüt çıkarlarının gözetilmesi, örgüt disiplini gereğince davranma iradesinin gösterilme- sine ve buyrukların koşulsuzca, eksiksiz bir şekilde yerine getirilme- sine bağlıdır.

 

Görüleceği gibi, bu “disiplin anlayışı” mantığı, koşulsuz itaati ve gereğini eksiksiz bir şekilde yerine getirmeyi öngörür. Eleştiri hakkının, sonra kullanılmak üzere saklı olması, aslında bazı hallerde pek işlevsel bir karakter taşımaz. İstenmeyen kötü ve ölümcül hataların önüne geçme iradesinin ortaya çıkmasına hizmet etmez. Sadece her şey olup bittikten sonra, “benzeri şeylerin bir daha olmaması” babında, dolaylı bir işlevi söz konusu olabiliyor ancak ki.

 

Aslında olması gereken bu değil, şudur: Kişi ve alt organlar, üst organ ve kademe karar ve talimatları karşısında işlevsel bir iradeye ve bunu kullanma hakkına sahip kılınmalıdırlar. Kişi ve alt organlar, üst- ten gelen karar ve talimatları önce genel ilkelerimiz kantarına, sonra örgütün kongre (veya konferans) gibi genel irade kararlarına ve sonra da tüzük ve genel işleyiş normlarımız kantarına vurmalı, bunlara uygunlukları üzerinden sorgulamalı ve karar ve talimatların yegâne meşruiyetini burada aramalıdırlar. Bu meşruiyeti olmayan kararlara uyma değil, uymama yükümlülüklerinin bulunduğu bilinciyle hareket etmeyi “örgüt disiplini” olarak bellemelidirler.

 

Evet, insanlar bu anlayış ve perspektifle yetiştirilmedikçe ve bu kültürel şekilleniş yerleştirilmedikçe, istediğimiz kadar “bizim disiplin anlayışımız burjuva disiplin anlayışından şöyle farklıdır, böyle güzeldir” deyip duralım, nihayetinde ortaya, uygulamamayı “disiplinsizlik” addedip cezalandıran, “uygulama seçeneği” dışında başka hiç- bir seçenek bırakmayan “kör” ve “mutlak itaat” i öngören bir disiplin anlayışı ve pratiği çıkacaktır.

 

Ve neticede, “araç” olarak addettiğimiz şeyler, kaçınılmaz bir şe- kilde, araç olmaktan çıkıp, kendi başlarına gözetilmesi gereken esaslı amaçlara dönüşeceklerdir. Bu, niyetlerden bağımsız, olgunun kendiliğinden doğuracağı ve de vardıracağı bir sonuçtur. 

 

Her şey, bağlı bulunulan grubun, şefin, partinin, devletin vb.nin o esnada ihtiyacını duyduğu şeyler üzerinden değer bulmaya başlar. İnsanlar, bilinçlerde yer edinen bu “kutsal”lık ve “meşruiyet” normlarınca davranmayı, amaca ve davaya en iyi hizmet olarak algılıyor olacağından; haliyle, ideolojik-teorik ilkelerimizin, genel anlayış normlarımızın ve iç işleyiş hukukunun çiğnenmiş olduğunu akıllarına dahi getiremeyebileceklerdir. Getirseler bile, “üstün kararını uygulama zorunluluğu”ndan ötürü, buna itiraz etme ve karşı durma meşruiyetine kavuşturulmamış olduklarından; işlevli bir şeye dönüştürme iradesi gösteremeyeceklerdir. Dolayısıyla da yürürlükte olan resmiyete göre, “Parti disiplini”ne karşı meşruiyeti bulunmayan “doğru”ları hayata geçirme, yanlışların önüne geçme gücü gösterme gerçeklikleri de söz konusu olamayacaktır.

 

Açıktır ki gerek Lenko ve Cem olsun gerekse Pala İsmail olsun, bu arkadaşların her biri, biz sekizdevrimcinin düşmana yem olacak şekilde arazide öylece terk edilmemizi buyuran kararı doğru bulmuyor ve bunun ilkesel bir yanlış olacağı konusunda nettiler. Bunu nerden biliyorum, çünkü itirazlarım karşısında çaresiz ve mahcuptular. Ama ne var ki yapabildikleri de bunun ötesine varamıyordu.

 

Bu karar ilkelerimize uygun değildir. Hiç kimsenin böyle bir karar alma yetkisi ve bunu uygulatma hakkı olamaz. İlkelerden meşruiyet almayan bu gayri-meşru kararı uygulamayız” diye itirazda bulunmamışlardı. Üst karar vermiş, onlara da uygulamak düşerdi, mesele bu kadar basit ve açıktı bu anlayış ve mantıkla şekillenenlere göre… 

 

Evet, aynen böyleydi, çünkü onlara, ilkesel yanlışa ve meşru olmayan karar ve talimatlara karşı, işlevli karşı çıkma ve ısrarla “doğru”yu hayata geçirme anlayışıyla davranma meşruiyeti, bir disiplin olarak sunulmamış olduğundan, çaresiz bir şekilde, anlayış olarak meşru olmayan ama “Parti disiplini”nce verili anda ‘dokunulmazlık’ kazanmış olan yanlışı hayata geçirmek zorunda kalıyorlardı.

 

Elbette üst organ ve kademelerin kararları bağlayıcıdır, elbette talimatlara uyulacaktır ve elbette bu bir disiplin ilkesidir. Bunlarsız örgüt ve örgütlü yaşam olmaz; ama bu karar ve talimatlar yukarıda dile getirdiğimiz unsurlar üzerinden meşruiyete sahip olmaları koşuluyla! Bu koşul aynı zamanda, üst organ ve kademelerin keyfiyetçiliğinin de panzehiri olacak bir koşuldur. Ve bu koşul aynı zamanda, kolektif iradenin yerini ve önceliğini güvenceye alabilecek bir koşul özelliğindedir de.

 

Disiplin” anlayışımızı, işte bu şekildeki koşullu diyalektiği üzerinden tanımlayıp, hukuksal meşruiyetine dekavuşturup hâkim kılmadıkça; bir nevi, geleceğin yeni tipte insan prototipi de sayılan örgütlü insanlarımız bu bilinç ve sorumlulukla da donatılmadıkça, her şeyin geleceği ve güvencesi, kaçınılmaz olarak Parti ‘iktidarı’nın (yani Parti önderliğinin) veya herhangi bir ‘üst organ’ veya yetkili kişilerin keyfiyetine tabi hale gelmiş olur. Ve birer “araç” olarak addedilen şeyler, niyetlerden bağımsız olarak, işte böylesine dizginsiz bir kudretle ve de kendiliğinden bir evrilişle “amaç”ın önüne geçer ve onun üzerinde belirleyici bir konum edinir.

 

Kişisel düşüncelerinde bizi kuşkusuz ki halk saflarında ve nihayetinde dost devrimci güçler olarak görüp değerlendirebilecek yetkinlikte olan bu üç değerli devrimci kadro, ancak ne var ki “üst organ kararı” adı altında, ilkesel bazda bir suça ortak olmak dışında, başka hiçbir hukuksal meşruiyet dayanağına sahip değildi. İlkelerin tartışılmaz meşruiyetini baz alarak, dayatılan ilkesel yanlışa uymama “disiplinsizliğini” gösterme bilinç ve sorumluluğuyla donatılmadıkları için de ortaya, haliyle böylesi çaresiz ve mahcup hallere düşmüş insan gerçeklikleri çıkar. Aslında ele alınıp sorgulandığında görülecektir ki bu ‘gerçeklik’te, öznenin nesneye yabancılaşmasının güçlü emareleri mayalanmaktadır.

 

Bu nasıl iştir Zeynel yoldaş?” diyen İsyan’a, o esnada neyi nasıl izah edebilirdim ki?

Çok da şaşırmamak lazım yoldaş. Oluyor bu tür anormallikler işte. Diyoruz ya ‘sınıf mücadelesi aslında en şiddetli biçimiyle Parti içinde yaşanır’ diye. Bu, laf olsun beri gelsin diye söylenmiş, öylesine, boş bir laf değil ki. Saflarımızda da ‘yanlış’ ile ‘doğru’ kıyasıya bir mücadele içindedir. Bu özgülde yaşananları, ‘yanlışın’ geçici zaferi sayacaksın. Bir muharebeyi yitirmiş olmak, savaşı yitirmiş olmak anlamına gelmez. Bu her şeyin sonu değildir yani. Doğrunun hâkimiyetini sağlamak ve yanlışı bertaraf etmek için mücadeleyi daha bir kararlılıkla sürdürmek gerekiyor. ‘Doğru’nun iktidarı ve yurdu olması gereken parti saflarında, ‘yanlış’ nasıl oluyor da bunca kolayca at oynatabiliyor ve muharebeler kazanma başarısı gösterebiliyor? Üzerinde asıl durulması gereken mevzu budur İsyan yoldaş” demekle yetindim.