‘Bel kemiksiz’ olmanın konforu

 


Halil Gündoğan


26.06.2025

 

Yardakçı ve mürit tayfası

Toplumsal yaşamın hemen her kesitinde, bir şekilde dahil oldukları ortam veya çevre muktedirinin şakşakçılığını yapmayı, onun bariz yanlış beyan ve değerlendirmelerini bile ‘mutlak doğru’ olarak sunmayı ve keza onun nasıl dahiyane bir kurtarıcı beyin olduğunun propagandasını yapmayı kendilerine kutsal görev addeden, şahsına münhasır kimi şahsiyetler vardır. Hem de sayısızca denilecek kadar çoklar ve her birinizin de bunlardan illaki onlarca tanıdığı vardır. Bilirsiniz, genel söylemde bunlara yardakçı veya müritler tayfası da denilir.

 

Bel kemiksiz bir oportünist örneği

Bunlardan biri de hiç kuşkusuz ki Veysi Sarısözen’dir.  Eski bir TKP’li de olan Sarısözen, uzunca bir süreden beridir Yeni Özgür Politika gazetesinde kendisine tahsis edilmiş köşesinde Apo müritliği yapmakta. Bunu yaparken ahkâm kesmekten ve kendisi gibi düşünmeyen devrimcilere ayar çekmekten de geri durmuyor.

 

Bunun en son örneğini, Öcalan’ın PKK 12. Kongresi’ne gönderdiği perspektif metni ve Kongre’nin aldığı sonuç kararlar üzerine süren tartışmalar vesilesiyle yazdığı makalesinde sergiliyor. “Devrim namludaki karanfilin ucunda” başlıklı makalede, Öcalan’ın görüşlerine ve PKK’nin fesih kararına yönelik eleştirel yaklaşım ve tavır alışları şu sözlerle karşılıyor:

“Başkan Apo, kaosu önleyerek Demokratik Konfederal devrimci sürecin önünü açacak olan tarihsel bir adım atmıştır ve bu adımı karalayıcı dogmatik tartışmaların günümüzde hiçbir anlamı ve önemi yoktur.” (*)

 

Sarısözen bu savını şu argümanlarla temellendirmeye çalışmış:

 

“Eğer işaretlerini gördüğümüz çözüm karşıtı eğilim güçlenir ve Başkan Apo’nun tüm halklar için yarattığı ‘son şans’ heba (…)” edilirse; “O zaman silahlı savaşçılar yeniden öz savunma konumuna geçecek. Bunun sonucunda ise, işte asıl o zaman Türk devleti yıkıcı bir beka sorunuyla karşı karşıya kalacağı gibi, böyle bir yıkıcı kriz Türkiye’yi ABD ve İsrail’in peşinde maceralara sürükleyecek, bu da yalnız Türk halkı için değil, tüm parçalardaki Kürt halkı için de büyük savaş felaketine yol açacak.”

 

“Günümüz dünyası Birinci Dünya Savaşı eşiğindeki dünya değildir, konvansiyonel silahların tahrip gücüyle insanlarla birlikte doğal çevreyi yok edeceği ve hele nükleer silahların bile konuşacağı bir savaşın şafağında devrim değil, kaos doğar. Başkan Apo, kaosu önleyerek Demokratik Konfederal devrimci bir sürecin önünü açacak olan tarihsel bir adım atmıştır (…) (*)

 

Sarısözen’in derdi gerçekler değil

Görüleceği gibi Sarısözen burada Öcalan’ın devletle kapalı kapılar ardında kotardığı ve esası işgalci, ilhakçı ve sömürgeci Türk devletinin egemenlik statüsünü sırf K. Kürdistan somutunda değil; Kürdistan’ın diğer parçalarında   da garantiye almayı amaçlayan ve keza Kürtleri, kolektif haklarından vazgeçirerek, egemen Türk ulusuna entegre ederek yeni bir Türk ulus devleti oluşturmayı kurgulayan bu İdris-i Bitlisi vari tutum ve yaklaşımının üzerinden atlayarak, onun tutumunu “Demokratik Konfederel devrimci bir sürecin önünü açacak olan tarihsel bir adım” olarak değerlendirmekte bir beis görmeyebiliyor. Keza PKK’ye silahlı mücadeleyi bıraktırmasıyla Öcalan’ın “tüm halklar için” kaçırılmaması gereken bir “son şans” yarattığını da şu argümanları kullanarak ikna edici kılmaya çalışıyor:

 

Bir sosyalistin derdi midir Türk devletinin beka sorunu?

PKK silahlı öz savunma savaşına dönerse, “işte asıl o zaman Türk devleti yıkıcı bir beka sorunuyla karşı karşıya” kalırmış (oysa aynı Sarısözen PKK’nin silahlı mücadeleye son verme ve kendisini feshetmesi gerektiğinin gerekçelerini oluştururken; artık işlevsiz ve ilerletmeyen kısır bir döngü sürecine girdiğini söyleyen Öcalan argümanlarının ne kadar isabetli olduğunun övgüsünü de yapıyor aynı makalede) ve keza bu “kriz” de Türkiye’yi İsrail ve ABD peşinde maceraya sürüklermiş. Ve keza bu da tüm parçalardaki Kürt halkı ve Türk halkı için büyük savaş felaketi sonucunu doğururmuş. Ayrıca “Başkan Apo” bu tarihsel çıkışıyla sırf bu felaketin önüne geçmiş olmuyormuş, aynı zamanda tüm insanlığı ve doğayı yok edecek olan nükleer savaşla sonuçlanacak bir kaosu da önlüyormuş.

 

Kraldan çok kralcı olmak

Oysa Sarısözen’in, “Apocu paradigma” diyerek sahiplenip, Öcalan’ın kendisinden dahi daha yaldızlı hale sokarak sunduğu şu son “Demokratik Toplum Çağrısı” üst başlığı altındaki “paradigmasının” tamamen devlet ile ortaklaşa kotarılan bir proje olduğunu bizzat Öcalan’ın kendisi de söz konusu o 12. Kongre yazısında beyan etmektedir. Dolayısıyla da şayet bu projeye atfedilen bütün o şeylerin bir gerçekliği varsa, bu demek olur ki aynı övgüyü Öcalan kadar Türk devlet aklı da hak ediyordur, değil mi?

 

Ama yok, böyle bir “adil” tutum göstermiyor Sarısözen. Bunun yerine tüm maharetiyle Öcalan-devlet ortaklığının üstünü örtmeye odaklanıyor. Öcalan’ın, olağanüstü dehasıyla yaptığı süreç okumasıyla, tarihi bir hamle yaparak tüm insanlığı mahvedecek o büyük “kaosu” önlediğini müjdeliyor. Oysa ortada, en azından henüz, önlenmiş bir durum falan da yokken bunları söyleyebiliyor.

 

Hâlbuki emperyalist haydutların gerek Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı ve gerekse genel pazar paylaşım savaş hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyor. Türk devletinin ABD ve İsrail başta olmak üzere diğer batılı emperyalist güç odaklarıyla Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesindeki stratejik ortaklıkları, aleni olgular olarak orta yerde duruyor. Keza İran’a çekilecek operasyon somutunda da Erdoğan’ın Trump ve İsrail’e güvenceler verdiği de bir sır değil. Türk devletinin başı olarak Erdoğan’ın “Türkiye Türkiye’den büyüktür” söylemiyle kast ettiği Misakı Milli sınırlarına genişleme stratejisi, devletin olduğu kadar Öcalan’ın da rüyası olmuş durumda, en azından İmralı süreciyle birlikte. Tıpkı Türkiye’nin bölgenin lider ülkesi olması rüyası gibi…

 

Ve ama Sarısözen bunların da üzerinden maharetle atlayıp; “Başkan Apo” bu tarihi çıkışıyla Türk devletini, ABD ve İsrail’in peşine takılarak ölümcül sonuçlar doğuracak bir maceradan kurtardığını propaganda edebiliyor. Çok daha vahimi ise; Öcalan’ın PKK’ye silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı aldırmış olmasıyla Türk devletinin beka kaygılarını gidermiş olmasına yaptığı övgüdür. Kendisini bir sosyalist olarak tanımlayan Sarısözen ve keza ulusu üzerinde yüzyılı aşkın bir süredir sömürgeci bir politika izleyerek onları her türlü ulusal hakkından mahrum bırakan zorba bir devletin beka sorunu karşısında sıradan bir Kürt hangi haklı gerekçelerle bu devletin beka sorununu kendi derdi edinebilir acaba?

   

Olmazı olur kılma mahareti

Öte yandan şayet Öcalan, Sarısözen’e özel bir “paradigma” metni göndermemişse; kamuoyuna da paylaşılan paradigması, devlet-Öcalan ortak tasarımı olan “Demokratik Toplum” ve Kürtlerin ve Türklerin “eşit anayasal hak sahibi” olarak kurucu üyesi oldukları yeni bir ulus devlet inşa projesidir. Ve doğası gereği böylesi bir paradigmanın, “Demokratik Konfederal devrimci sürecin önünü açmak” gibi bir özelliğe sahip olması söz konusu dahi olamaz.

 

Hem ne demek “Demokratik Konfederal devrimci süreç”?

Bunun reel nesnel koşullarda hem bir karşılığı yok ve hem de ütopik olarak yüklenen anlamı itibariyle, bir sosyalist olarak bizim propagandasını yapabileceğimiz bir şey değil. Çünkü “Demokratik Konfederal” olarak kurgulanan bu ütopyanın esası, tamamen, “Avrupa Birliği” projesi vari, Orta ve Yakındoğu devletlerinin önce demokratik toplum olarak kendilerini revize etmeleri ve sonrada ulus devlet modeline son vererek, ademi merkezi bir sistemle, konfederal olarak merkezi birleşmesini ifade eder. Hâl böyle olunca da böylesi bir proje, işçilerin-emekçilerin çıkarlarına olacak bir sosyal devrimin değil; artık ulusal sınırların kendisine yeterli gelmediği ve dolayısıyla da uluslararasılaşan bir karakter arz eden burjuvazinin “devrim projesi” olabilir ancak ki.

 

Ve ama Sarısözen sormuyor; “Başkan Apo kendisini hâlâ sosyalist olarak tanımlıyorken, peki iyi hoş ta bu proje de neyin nesi?” diye!

 

Öcalan kimden yana?

Keza sormuyor ve demiyor; “Sayın Başkan Apo sen, yüzyılı aşkın bir süredir ezilen bir ulusun, ulusal kurtuluş davasının bir önderi olarak, neden kendi ulusunun temel ulusal haklarını öncelemiyorsun da sömürgeci egemen bir ulusun bu sömürgeci pozisyonunu daha da güçlendirmesini ve hatta bölgenin lider gücü olmasını istiyorsun, burada bir anormallik yok mu acaba? Çünkü hem bir sosyalist ve hem de ezilen bağımlı bir ulusun ulusal özgürlük davasının lideri olarak senin doğal önceliklerinden birinin de işçi-emekçi ve Türk ve Sünni İslam dışı tüm farklı etnik ve inançtan kesimlere düşmanlık üzerinden kendisini var edegelen bu ceberut dinci faşist devletin yıkılmasını sağlamak olması gerekmez mi?” diye.

 

Silahlı mücadele ve Kürtlerin devlet olma imkânı

Keza sormuyor ve demiyor ki; “Başkan Apo, sen dün olduğu gibi bugün de tarihi yanlışlar yapmıyor musun? Çünkü sosyalistliğini de ulusal kurtuluşçuluğunu da dün Sosyalist Kampın varlığı üzerine inşa etmiştin. Bu, sosyal kurtuluş ve ulusal bağımsızlık davası güden bir hareketin her şeyden önce kendi öz gücüne dayanması ilkesel tutumuna da aykırıydı. Ama büyük bir pragmatis olarak sen, birçok ilkesel şey gibi bunu da hiçe saydın. Sonra, sırtını dayadığın ve ideolojik motivasyonunu sağladığın bu odak dağılınca, sosyalistliğin de Bağımsız Birleşik Kürdistan hayalin de sona erdi. Bunun üzerine çareyi tam ters istikamete sapmakta buldun. Ne sosyalist ve ne de ulusal kurtuluş davan kaldı. “Ulusal dava” olarak, egemen ulusun beka sorununu ve Kürtleri bu sömürgeci devlete entegre ederek onu bölgenin lider devleti yapmayı tercih ettin. Sosyalist dava olarak da faşist-dinci burjuva devletinin icazetiyle; güya özgürlükçü, halkçı, sosyal-devletçi komünalist bir “Demokratik Toplum” inşa etmeyi vaaz etmektesin. Bu nasıl absürt bir düşünce böyle sayın Başkan?” diye.

 

Keza demiyor ve sormuyor; “Başkan Apo, sen ki ‘her ipte oynayabilen cambaz’ mahareti sahibisin, söyler misin bize, mesela dün bağımsız Kürdistan devleti kurma hedefli silahlı mücadelenin başarı imkânını Sosyalist Kamp ile emperyalist kamp arası çelişkiler zemininde mümkün görürken; Orta ve Yakındoğu’nun yeniden dizayn edilerek, haritaların yeniden belirleneceğinin artık neredeyse kesin olduğu bu süreçte neden bu farklı güçler denkleminde yeni ittifaklar oluşturarak bu imkânı aramıyorsun da peşinen devre dışı bırakmayı tercih ediyorsun? Sahi, Türk devleti elinde esir olmayıp da fiilen hareketinin başında savaşı yürütüyor olsaydın, acaba bugün söylediklerini yine söyler miydin sayın Başkan, ne dersin?”

 

“Karalayıcı” kim, “dogmatik” kim?

Sarısözen’in bırakın bunları sormayı ve sorgulamayı, bütün bunları, yukarıdaki sözlerinde de görüleceği gibi; günümüz dünya koşullarında ileri sürülebilecek en ideal sosyal ve ulusal kurtuluş manifestosu olarak sunuyor. Yani Sarısözen ve diğer tüm Apocu müritler için; “Apoculuk” olarak tanımladıkları ve birbirini radikal bir şekilde reddeden tüm bu “yeni paradigmalar”, sosyal ve ulusal kurtuluş davalarının en ileri ve en rafine çözüm manifestosu olmuş oluyor.

 

Kendileri gibi düşünmeyen ve esaslı şekilde ciddi eleştiriler getirerek bu liberal burjuva anlayışları deşifre eden tutum ve yaklaşımları da “günümüzde hiçbir anlam ve önemi” olmayan “karalayıcı dogmatik tartışmalar” olarak etiketlemekten geri durmuyorlar. Sahi, ne denir böylelerine?

 

(*) (https://www.ozgurpolitika.com/haberi-devrim-namludaki-karanfilin-ucunda-201180)