Suriye’deki “Entegrasyon Mutabakatı” Öcalan’ın mı ABD’nin mi çözümünü önceliyor?

 


Halil Gündoğan

16.04.2025

 

Sürecin hiperaktif devingenliği

Bölge ve yerküre ölçeğinde her şey adeta anlık hızlı değişimler girdabında. Öyle ki öngörülmesi ve kestirilmesi yoğun bir dikkat ve özel bir çaba gerektiriyor. Fakat buna rağmen yine de birçok şey öngörülebilir olmaktan hayli uzak olabiliyor da. Gündemler hızla değişip yenileniyor veya aynı zamanda eklemlenerek genişleyip, yeni boyutlar kazanıyor. Tabii “baş döndürücü” bu hiperaktif devingenliğin başlıca nedeni ise Bölge ve yerküre sathında kızışan ve keskinleşen çelişki ve çatışmaların, tarafları çok boyutlu ve çok yönlü hareket etme zorunda bırakmasıdır. Yani herkesin,
“batan geminin mallarından ne kapar kurtarırsam kârdır” hesabıyla; çok, ama çok acelesi var.

 

Örneğin daha “dün” denilebilecek kadar yakın bir tarihte Öcalan-Devlet ittifakı, bir gayretle “emperyalist planları bozmak” üzere ve Öcalan ekstradan; “ya benim çözümüm ya ABD’nin” diyerek atak yapmışken; Suriye denkleminde yaşananlar, “acaba?” dedirtir oldu.

 

“Çözüm projelerinin” kaygan zemini

Öyle ki bunlar tam da hem Öcalan-Devlet projesi olarak Kürt-Türk ittifakıyla öngörülenlerin ve hem de doğrudan Öcalan’ın, ABD’nin çözüm projesine “alternatif” olarak takdim ettiği “çözüm projesinin” akıbetini sorgulatan türden gelişmelerdir.

 

Daha önceki bir makalemde “kimin elinin kimin cebinde olduğunun pek belli olmadığı” bir konjonktürde ve keza birçok stratejik hesabın eş zamanlı olarak süreci yönlendiren dinamikler olarak devrede olduğu bir durumda, neyin ve hangi projenin akıbetinin nereye evrileceğini kestirmenin kolay olmayacağı ifade edilmişti. Bu somut olarak, hem Kürt-Türk ittifakı ve hem de Öcalan’ın “alternatif çözümünün” akıbeti üzerinden izah edilmeye çalışılmıştı.

 

Bölgesel sürecin belirleyici projesi

Bilindiği gibi BOP stratejisi gereği paylaşılarak yeniden düzenlenecek Orta Doğu’da Suriye, stratejik bir hamle olarak, önemli bir “etüt” sahası durumundadır halihazırda. Dolayısıyla da hem müttefik ve ama hem de belli yönleriyle birbirlerine rakip çıkar sahibi emperyalist odakların Suriye’ye ilişkin hesapları her ne ise; bunlar, tamamen olmasa da ama esasta o büyük planın bir parçası olarak ele alınmakta olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor.

 

Şayet yanılsatıcı bir savaş hilesi olarak empoze ediliyor değilse; söz konusu büyük projenin odağında İsrail Devleti’nin geleceğinin ve güvenliğinin garantiye alınması hesapları yer almakta. Bunun için de öncelikle İsrail’in güvenliğini tehdit eden “şer ekseni” olarak tabir edilen devletlerin ve direniş odaklarının bir şekilde etkisiz kılınması gerekiyor. Onlara göre bu “şer ekseni” odakların başında Filistin ulusal direnişinin etkisizleştirilmesi ve yine Suriye ve İran’ın İsrail için tehdit olmaktan çıkarılması gerekiyor.

 

Nitekim bu doğrultuda hatırı sayılır bir yolu kat ettiklerini söylemek, yanlış olmayacaktır. Filistin ve Lübnan’da da Hizbullah cephesinin önemli oranda etkisiz kılındığı şu koşullarda, baş hedefin İran olduğu varsayılırsa şayet; Suriye sahasının, güvenilir yakın bir mevzi olarak, tahkim edilmek isteneceği de kendiliğinden anlaşılır olacaktır. Esat rejiminin çökmesi ve İran ile Rusya’nın nüfuzlarını yitirmeleriyle birlikte Suriye, İran’ın vurulmasında önemli bir mevzi haline geldi. Ancak burada sorun, Şam’ın yeni efendi adayı güruhun ve başının her ne kadarda İran ile düşmanlığının olmasından ötürü onu İran’a karşı kullanışlı aparat kılıyorsa da ama öte taraftan da İsrail ile de ideolojik olarak dost değil. Şu andaki zayıf konumu onu İsrail ile bir çatışma durumundan uzak tutuyorsa da fakat bu yine de İsrail’i, onunla güvenilir ilişki kurmakta, temkinli ve tedirgin kılıyor. Fakat bu yönüne karşın, ABD, İngiltere ve İsrail yine de İran’ın defterinin dürülmesinde, Suriye’yi bir bütün olarak onun üzerinden kullanma hesapları yaptıkları da besbelli.

 

Bu yüzden de çok zorunlu kalmadıkça, bu süreçte nispeten istikrarlı bir Suriye’ye gereksinimleri var. Çünkü onların bu stratejik hesaplarına böylesi bir Suriye daha iyi hizmet edecektir. Keza bu stratejik hamlede, kendileriyle birlikte hareket edecek bir Türkiye’ye de ihtiyaçları var. Öyle ki en azından “tarafsız” kalacak bir Türkiye bile onlar için büyük bir avantaj oluşturacaktır.

 

İşte gerek Kürt-Türk ittifakına temkinli yeşil ışık yakıyor olma durumlarının ve gerekse Suriye’nin nispeten istikrarlı merkezi bir otorite altına sokulmaya çalışılıyor olmasının en başta gelen nedenin bu olduğunu söylemek isabetli olacaktır.

 

BOP’un kurucu temel mantığı, sadece “şer” devlet ve odakların etkisiz kılınması ve İsrail’in coğrafi olarak büyümesi üzerine oturmuyor. Aynı zamanda bölgede en azından bir-iki güçlü ve güvenilir müttefikinin de olması gerekiyor. Kurgulandığı var sayılan senaryoya göre en ideal formüllerin başında, yine kendi marifetleriyle devletsiz bıraktıkları Kürtleri, güçlü birleşik bir devlet çatısı altında, İsrail’in yanı başında var etmektir. Keza irili ufaklı başka etnik kökenli devletsizleri, bağımsız devletçikler veya federatif birleşik devletler halinde konumlandırmaktır.

 

Ara merhale hamle ve stratejileri

Ancak bu nihai hedefe varabilmek için, aşılması gereken ara merhaleler var. Şu an yapılmakta olanlar da bu ara merhale stratejisinin gerekleridir. Mevcut denklemde hem bağımsız büyük Kürdistan devletinin kurulması ve hem de Güney ve Batı Kürdistan üzerinden Kürt-İsrail ittifakının oluşturulması pek olası görünmüyor. Dolayısıyla da ABD ilk etapta, zaten kendilerinin koruyucu şemsiyesi altında kurumsal varlığını devam ettirmekte olan Rojava Kürtlerini, en azından mevcut statülerini esasen koruyarak, Suriye Devleti’nin içinde konumlandırma seçeneğini öncelemiş görünüyor. Bununla hem İŞİD zihniyetli yeni Şam yönetimini, içine soktuğu bu “Truva Atı” ile kontrol altında tutmayı ve hem de yakın dönem taktiği olarak ihtiyacını duydukları “nispeten istikrarlı” Suriye’yi mümkün kılabilmeyi hedefliyor olmalılar.

 

Nitekim bu gayeyle, bir süreden beridir ön hazırlıkları kotarılmış olan, Kürtleri devlete entegre etme projesinin ön anlaşma şartnamesi, 10 Mart 2025 tarihinde, tarafların en üst düzey yetkililerince, ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere arabuluculuğu ve garantörlüğü altında imzalanmış oldu.

 

10 Mart Mutabakatı ve Kürt-Türk ittifakı

Bunun, mevcut haliyle, Öcalan-Devlet projesi olan Kürt-Türk ittifakına olumsuz bir etkisi bulunmuyor. Zaten bulunması da istenmiyor. Çünkü ABD ve özellikle de İngiltere Kürtleri ve muhtemelen de Şara yönetiminde kalacak olan Sunni Arap federasyonunu veya kendilerine taktıkları adlarıyla “Suriye Arap Cumhuriyeti”ni Türkiye’nin himayesine vererek, Bölgede güçlü bir Türkiye-İsrail ittifakı oluşturacaklardır. Bu, kulağı tırmalıyor gibiyse de ama Erdoğan’ın BOP’un eş başkanı olduğu göz önüne alınırsa, aslında hiç de isabetsiz olmadığı görülebilecektir. 10 Mart’ta imzalanan entegrasyon mutabakatında nispeten laik/seküler bir yönetim biçimine yer verilirken, 13 Mart’ta Şara’nın imzaladığı geçici anayasa taslağında (10 Mart’ta imzaladığı mutabakat metnini zerre kadar umursamadan), şeriat hukukunun esas alınacağının ve devletin adının şeriatı baz alan bir Arap cumhuriyeti olacağının kabul edilmesi taban tabana zıt iki anlayışı temsil eder. Bunun izahı, aslında Şara’nın imzaladığı o anayasa taslağının Suriye Sunni Arap Federasyonu’na ait olduğu varsayılabilir. Yani bunca uç kutuplu benzemezin bir arada bulunduğu bir ortamda Suriye, ancak ki federasyon veya özerk idari bölgeler tarzı ademi merkeziyetçi formüller ile bütünlüğünü sağlayabilir. Nitekim bu anayasa taslağına Dürziler ve Rojava Özerk Yönetimi restlerini çektiler bile. Aynı şekilde Arap Alevileri, Ermeni, Süryani ve diğer pek çokları da kabul etmeyeceklerdir. Şara ve baş akıl danelerinden örneğin Erdoğan bunu göremiyor olabilir mi? Elbette görüyorlardır. Peki bununla o çokça dillendirdikleri “üniter devlet” ve “Suriye’nin toprak bütünlüğünün” sağlanamayacağını da biliyorlar mı? Elbette bunu da biliyorlar. O halde demek ki dertleri başka. Dikkat edilirse Suriye’den söz açıldığında Erdoğan bu aralar Türk-Kürt ittifakı retoriğine Arap-Türk ittifakını da ekleyiverdi. Çünkü Suriye’nin toprak bütünlüğü zaten en başta Türk Devleti’nin, ABD’nin ve keza son dönemlerde de İsrail’in fiili işgaliyle parçalanmış durumda. Bu işgalci güçlerin mevcut koşullarda o topraklardan çıkmayacakları çok kuvvetli bir olasılıktır. Türk Devleti’nin bu işgalci pozisyonunu askeri bir üs kurarak kamufle etmek isteyeceği de bir başka kuvvetli olasılıktır. İsrail ise hem oraları ilhak edecek ve hem de Dürzileri bir federasyon ile kendisine entegre etme istem ve ısrarını sürdürecektir. Vs.

 

10 Mart Mutabakatı ve Öcalan’ın statüsüzlük “manifestosu”

Evet, söz konusu mutabakatın mevcut koşullarda Kürt-Türk ittifakına olumsuz yönde bir etkisi olmayacakken; ancak Öcalan’ın Kürtleri statüsüz bırakan o “meşhur” yeni paradigmasının karizmasını fena halde çizdiği rahatlıkla ileri sürülebilir. Tabii şunu da hemen peşinen belirtmek gerekir ki Erdoğan ve dolayısıyla da Türk Devleti de bundan pek hoşnut kalmadı. Bu rahatsızlık hem Öcalan’ın sağlayacağını varsaydıkları statüsüz Kürtlerin devlete entegrasyonu projesini darbelediği ve hem de İŞİD zihniyetli diğer ittifakları olan yeni Şam yönetiminin şeriata dayalı sistem kurmalarını zora soktuğu için. Nitekim bu, hem uzunca bir süre tepki vermemelerinden ve hem de fazla oyalanmadan MİT başkanı, Dışişleri ve Savunma Bakanını Şam’a göndermelerinde de anlaşılabilir. Yani tahribatı mümkün olabilecek en alt düzeyde tutma karşı hamlesidir bu.

 

ABD ve diğer pek çok Batı Avrupa devletlerinin İran operasyonu öncesi istedikleri Suriye, parçalanmış ve iç savaş ortamına sürüklenmiş, istikrarsız bir Suriye değil; nispeten istikrarlı, merkezi bir Suriye’dir. Ancak bu, öyle basbayağı güçlü bir merkezi yapı da olmamalı. İhtiyaç oluştuğunda kolayca ayrıştırılabilir olan bir merkeziyetçilik olmalı. Nitekim bundan ötürüdür bu sayılan emperyalist güç odaklarının tamamının ağız birliği yapmışçasına federatif bir Suriye istemeleri. Yani Kürtlerin ve diğer etnik ve inanç mensubu toplulukların iyiliğini düşündükleri için değil.

 

10.Mart.2025 tarihinde cihatis HTŞ lideri Ahmet Şara ve General Mazlum Abdi’ye imzalatılan mutabakat metni de işte esasen bu proje uyarıncadır. Bilindiği gibi Şara ve Türk Devletinin buna karşı bir direnci söz konusuydu. Fakat Şara’yı hem yaptırımları kaldırmama ve hem de Aleviler üzerinden provoke ettikleri iç karışıklık tehditleriyle kolayca yola getirmiş oldular. Kürtlerin bu projeye itirazlarının normalde olmaması gerekirken; fakat manevi önderleri Öcalan’ın itirazı vardı. İkileme düştüyseler de ama hem ABD’yi aşamayacaklarından ve hem de sahadaki gerçeklerin gücü manevi önderin gücünden daha baskın olduğundan; aklı selimle hareket etmeyi yeğlemiş görünüyorlar.

 

Denilecektir ki “ama emperyalist projede rol almış oldular, bunun neresi iyi?” İyi de Öcalan ve Türk Devleti’nin dayattığı ne? İlki hiç olmazsa federatif veya idari özerklik veya güçlendirilmiş vilayet sistemi tarzı, ulusal bir statü kazandırıyor (Tabii bu olasılıklar, mevcut mutabakata göre söz konusu olabilecek şeyler. Fakat hem ortada anayasal güvencelere kavuşturulmuş kesin bir anlaşma yok ve hem de ön görülen hazırlık sürecinin nereye nasıl evrileceğinin belirsizliği söz konusu.). Mevcut koşullar dikkate alındığında, Kürt ulusu açısından ehveni şer olarak bu statü, statüsüzlüğü buyuran durumdan, elbette daha kabul edilebilir bir durumdur. Kürtlerin Suriye’de kabullenip, kabullendirecekleri statü, Kürt-Türk ittifakı şemsiyesi altında öngörülen Türk Devleti ile entegrasyonun biçiminde de belirleyici bir yön taşıyor olacağından; ayrıca da önem arz ediyor.

 

Türk Devleti tarihi kazıklama huyundan vazgeçmiyor

Tabii Türk Devleti daha kardeşliği başlatmamışken bile, hasretiyle yanıp kavrulduğu “bin yıllık kardeşlerine” kazık atmanın alavere-dalavereleri peşinde koşmaktan da geri durmuyor. Devletin üç memurunu Şara’ya gönderip, neyi nasıl kırpabileceklerinin hesabı peşindeler. Yani kuzu postuna da bürünse, kurt kurtluğundan vazgeçmiyor. Vaz geçmediği gibi, kuzuların baş “çobanı” ve adeta sıraya giren diğer pek çok “ün-unvan” sahibi diğer “çobanların” sunduğu kolaylaştırıcı yardımlarla daha bir cüretkâr davranabiliyor da.

 

Kolektif akıl tutulması

Neymiş; “Türk Devleti Kürtlerin de devletiymiş” “Türk Devletinin kazancı Kürtlerin de kazancıymış” dolayısıyla da tereddütsüzce Devletin ardında sıraya girilebilirmiş. Türk Devleti Rojava Kürtlerinin statüsüz kalmasını istiyorsa; bu, Kürtlerin tümünün çıkarına olacağı içindir. Bundan kuşku duyulamaz. Çünkü “Reber Apo” da böyle diyor. Baksanıza buna “Selo Başkan” da dahil oldu; demek ki doğru yoldayız… Ne söylenebilir bu kolektif “akıl tutulması” duruma?