Berin Sönmez uyarıyor: Tehlikenin farkında mıyız? (*)

 


Halil Gündoğan

8.08.2025

 

Ne olmuştu?

“Başörtülü feminist yazar” olarak bilinen akademisyen Berin Sönmez, kısa bir süre önce yazdığı bir makaleyle başörtüsünü çıkaracağını beyan etti. Tabii bunu, canı öyle yapmak istediği için yapıyor değildi. Bu, çok açık ve net olarak siyasal bir eylem. Bir uyarı, toplumsal bir dikkat yoğunlaşması sağlama eylemi. Erkek egemen sistemi ve Siyasal İslam’ı protesto eylemi. Kendisi bunu şu sözlerle ifade ediyor:

 

Başörtüsü zorunluluğu getirilmesi ihtimaline karşı şimdiden başımı açıyorum. (…) Kimseden de saygı ya da onay beklemiyorum. Sadece gerekli olan tepkinin uygun zamanını kaçırmak istemediğim için başörtümle vedalaşıyorum. Bir kişi bir anlam ifade etmeyebilir ama bir kişi olarak safım belli olur. Diyanetin ve iktidarın gittiği yolu, zulmün yolunu reddediyorum. Siz zalimlerdensiniz ben sizden değilim.” (abç)

 

Peki ne olmuştu da başörtülü bir kadın böylesi radikal bir tavır geliştirme gereği (veya zorunluluğu) duymuştu? Bu sorunun yanıtını şöyle ifade ediyor, “Ey Diyanet! Fe eyne tezhebun?” başlıklı makalesinde:

 

“Bir kez daha ‘bu gidiş nereye?’ diyorum Diyanet’e. (Tabii burada seslendiği Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi başına özerk bir kurum olmadığını açık ve net olarak belirtmek gerekiyor. DİB, tekeline aldığı dini, mevcut iktidarın toplumu yönetmesinde kolaylaştırıcı bir unsur olarak kullanan, asli görevi de bu olan bir devlet kurumudur. Bunun bilincinde olan Berin Sönmez’in burada asıl muhatap aldığının Siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı olduğu da açıktır. Bn.) Çizdiği istikametin sadece dindarların değil, bütün bir ülkenin inanç ve düşünce dünyasını gidişatını uçuruma yönelttiğinin farkında mı? (…) Son Cuma Hutbesi üzerine bir kez daha ‘bu gidiş nereye?’ demek ihtiyacı duydum. Tanıdığım pek çok aklı başında dindar insan bile hutbedeki vahim tabloyu fark etmemiş, söylenenleri çok yerinde bulmuş görünüyor. (…)”

 

Asıl mesele başörtüsü zorunluluğu

“Cuma günü 90 bin camide okunan hutbe de ‘haya ve edep’ başlıklıydı ve yazık ki bu iki kavramı bedene indirgemişti. Bedenin örtülmesi, gözün haramdan sakınılması ve açıkça söylenmese de cinsel organların mahremiyeti üzerine kurgulanmış metin. (…)”

 

“‘Haya Allah’ın Emri Fıtratın Gereği’ başlıklı hutbede verilen ayet örnekleri haya, edep, fıtrat kavramlarının geniş tanımlarını işaret ederken, bu ayetleri anlamak için kullanılan rivayet örnekleri ise sorunlu geleneksel, ataerkil ve selefi-sünni kalıplarla daraltılmış bakış açısını ön plana çıkarıyor. Selefi-sünni yaklaşım tarih boyunca iktidarın, halifelerin, sultanların yönetim anlayışını destekleyen din yorumları ile maluldür. Bin yıldır İslam geleneği de din-devlet ilişkisinin iç içe geçmişliği nedeniyle giderek ehl-i rey’den uzaklaşıp ehl-i selef’e yakınlaşmış halde. (…)”

 

Nitekim hutbede Nur Suresi’nden ‘peygamber hanımlarına söyle örtülerini yakalarına indirsinler’ emrine de yer verilmiş ve bu emrin özellikle kurumsal yapılarda yerine getirilmesi gereği ima edilmiş. Kurumsal yapılardan kasıt kamu kurumları olsa gerek diye düşünüyorum. Ve yıllardır içimizi saran endişeyi, zorunlu başörtüsü ihtimalini güçlendiren bir işaret fişeği olarak görüyorum bu cümleyi. Ayrıca dizi ve filmlerde yine kıyafet ve davranış, beden-cinsellik eksenli örtük talimat verildiği de görülüyor. (…)” (abç)

 

Sönmez’in yapmak istediği

“(…) İşin tuhafı 29 Şubat tasfiyesi ile akademiden zorunlu emekli olduğum zaman AKP yelkeni bir rüzgar yakalamıştı. ‘Türkiye İranlaşacak’ endişeleri toplumu sarmıştı. Hiç ihtimal vermedim. Mümkün değil dedim. Fakat bir akademisyen olarak binde birlik bir ihtimal payı vermeliydim. Emekli olduğum gün başımı örterken kendimce yaradanımla sözleşme yaptım. Eğer bir gün bu ülkede başörtüsü zorunlu tutulacak olursa o gün başımı açarım, dedim. Ve yazık ki şimdi hutbedeki kurumsal yapılar ifadesi geçmişteki başörtüsü yasağının rövanşı için bir başörtü dayatmasının kadınlara yükleneceğini düşündürüyor. Umarım yanılıyorumdur. Ama bu işaret fişeğini görmezden gelemem. Dayatma ihtimalinin henüz geri döndürülebileceği bir aşamadayken tepki vermek gerekiyor. (…)” (abç) (**)

 

Tutarlı ve cesur bir kadın hakları savunucusu (feminist) olarak Berin Sönmez’in bu duyarlılığı ve “ön alma eylemi” kesinlikle çok değerli olup, tereddütsüzce sahiplenilerek, örgütlü toplumsal bir tepkiye dönüştürülmesi gerekiyor.

 

Acil güncel toplumsal bir talep olarak: Laisizm!

Türkiye ve K. Kürdistan’da, mevcut Erdoğan iktidarıyla birlikte keskinleşerek öne çıkan belli başlı çelişmelerden birisi de elbette ki şeriat ile laisizm çelişmesidir. Bu çelişme, TC. Devletinin ta kuruluş süreciyle birlikte ortaya çıkan ve sönümlenmeyerek bugüne değin kendisini şu veya bu boyut ve dozda devam ettire gelen bir özelliğe sahiptir.

 

Şeriatla yönetilen ve İslam halifeliğini temsil eden Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde, çağdaş burjuva değerler sisteminin bir modeli olan “ulus devlet” modeliyle inşa edilmek istenen “Son Türk Devleti”, kaçınılmaz olarak bir yığın çelişki ve açmazıyla birlikte tarih sahnesindeki yerini alacaktı. Bu devletin kuruluş harcında iki farklı ideolojik duruş sahibi kadrosal güç etkindi: Evrensel burjuva değerlerin temsilcisi olup, burjuva hukuku ve dolayısıyla laisizmi de benimsemiş M. Kemal ve yakın arkadaş çevresi ve bunların karşısında, “geleneksel değerler” denilen, İslami değerleri ve dolayısıyla da şeri hukukun devam etmesini savunan diğer kadrolar yer almaktaydı.  Mevcut toplumsal realite dikkate alındığında, açıkça anlaşılacağı üzere; M. Kemal’in temsil ettiği burjuva liberal görüşlerin sosyal tabanı diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar zayıftı. Fakat M. Kemal ve dar arkadaş çevresi yeni kuruluş sürecinin önderliğindeki baskın etkili konumlarına dayanarak, kısa sürede, yeni kurulan devletin otoritesinde belirleyici duruma geldiler. Temsil ettikleri değerleri, taban hareketiyle değil; “tepeden devrimler” olarak da bilinen radikal dayatmalarla kurumsallaştırma yolunu tercih ettiler.

 

Bilindiği üzere bunlara karşı, zamana yayılı olarak ciddi hoşnutsuzluklar, çatışmalar ve kadrosal ayrışmalar yaşandı. Ancak M. Kemal ve kadrosal gücü, çeşitli manevralar ve tavizlerle (ki bu tavizlerin en kritik olanı, burjuva hukukunun ve değerler sisteminin, denilebilir ki omurgasını oluşturan Laisizm ilkesinden taviz vererek, bir devlet kurumu olarak diyanet işleri başkanlığını kurdurup, devleti yarı din devletine çevirme manevrasıdır. Ve tabii böylece de laisizm, adeta bir nevi yarım yamalak laisizme döndürülmüş oldu.), yer yer de fiziki tasfiyelerle, öbür kanadı idaresi altına almayı bildi ve bunu başardı da.

 

Fakat çelişki ve çatışma halleri asla sönümlenmedi. Nitekim 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin yarattığı konjonktürün de iteklemesiyle çok partili sisteme geçilince, zorla bir arada duran klikler ayrışarak kendi siyasal programlarını hayata geçirme yolunu tutular. Tabii bunların tamamı ta o ilk baştaki şeriat istemcisi çizgide değildi, liberal burjuva dönüşümler yaşayanlar da vardı. Nitekim süreç içerisinde ılıman burjuva liberaller ve şeriat istemcileri olarak ayrıştılar da.

 

Şeriat istemcileri özellikle de 1960 yıllarla birlikte, komünizm tehdidi bahanesiyle ABD ve İngiltere’nin başını çektiği emperyalist güçlerin SSCB’yi kuşatma projesi olarak önayak olup geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi” ile birlikte, birçok yerde olduğu gibi, Türkiye ve K. Kürdistan’da da şeriat istemcisi Siyasal İslamcı fraksiyonlar hızla yaygınlaşma şansına kavuşmuş oldular.

Yakın dönem itibariyle ele alındığında da yine aynı emperyalist güç odakları bu kez de hem radikal Siyasal İslam’ı baskılamanın bir aracı ve hem de Müslüman ülke halklarının hoşnutsuzluklarını yeni bir mecrada kendilerinin stratejik çıkarlarının “kullanışlı aparatı” haline getirmek için “Ilımlı Siyasal İslam” projesini öne çıkardılar. Türkiye ve K. Kürdistan’da da ve hatta tüm Müslüman ülkelere de rol model olması için Erdoğan liderliğindeki AKP’yi memur kıldılar.

 

Erdoğan ve kadroları aslında Müslüman Kardeşler ekolünden gelme radikal selefi-sünni zihniyetini asla ılımlı Siyasal İslam kalıbına sokmadılar. Ama “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” takiyesinin iyi birer erbabı olduklarından, zamana ve konjonktüre uyarlı bir seyir izlemeyi tercih ettiler. Nitekim de hep bu hassasiyetle hareket edegeldiler. Devleti ele geçirdikçe, iktidara daha sağlam yerleştikçe, kurbağaları ürkütmeden, küçük hamlelerle, nabız yoklayarak, bir adım atıp, iki adım geri çekilerek ve ama hiç vazgeçmeyerek sinsice yol almaya devam ettiler, ediyorlar da. Ancak gelinen aşama itibariyle şimdi çok daha güçlü bir şekilde devlet zorunu kendi tekellerine almış olmanın vermiş olduğu cüretle, daha cesur adımlarla ilerleme aşamasındalar.

 

Sistemin, güncellenerek biraz daha ılımlaştırılmış şeri hukukun buyruğuna uyarlı olarak tedrici dönüşümü konusunda ilk büyük karşı atak, denilebilir ki “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” çıkışıyla yapıldı. Tepki, geri adım attıracak düzeylere ulaşmadığı, daha çok ta Eğitim Sen’in kurumsallığıyla sınırlı kaldığından, geri adım atmadan, o mevzii kaptılar.

Benzeri çok büyük bir hamleyi İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesinden geri adım atmayarak yaptılar.

 

Bir diğer önemli stratejik hamleyi de “Ailenin Korunması” adı altında kadını ev ve anne cenderesine iteklemeyi amaçlayan, ataerkiyi güçlendiren yasal düzenlemeyle yaptılar.

Ve ama görüldüğü gibi bunlar karşısında gösterilen o cılız tepkilere artık aldırış ettikleri de yok. Açıktan “şeriat isteriz” diyen topluluklar hiçbir kolluk engeliyle karşılaşmadan giderek daha fazla arzı endam eder oldular. Öyle ki bunların Erdoğan’ın Sarayına kadar gösteri yapmaları dahi engellenmedi.

 

Erdoğan’ın “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyeceği günler hiçte öyle uzak değil gibi. Bunun için toplum hem Diyanet İşleri Başkanlığı hem imam hatip okulları hem her mahalledeki kuran kursları ve onlarca tarikat aracılığıyla ve hem de Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı vb. daha bir yığın açık ve gizli görevlilerce toplum alttan alta giderek artan oranlarda Erdoğan’ın bu ‘kutsal’ müjdesine hazırlanıyor. Yani bir sabah: “Bu ülkenin yüzde doksan dokuzu dinine bağlı, dini değerleriyle yaşamayı isteyen bir millet. Milletin iradesinin buyruğuna uymak bizim karşı çıkacağımız bir şey değildir. Geçti o vesayet dönemi. Milletin iradesine uyacak ve saygı duyacaksınız.” darbesiyle uyanma riski, altını kalınca çizerek ifade etmek gerekiyor ki dün ile kıyaslanmayacak kadar daha büyük ve ciddi.

 

Yani Berin Sönmez’in bu tarihi uyarısı yerden göğe kadar haklı ve yerinde bir ikazdır. Şayet toplumun demokrasi güçleri, anti şeriatçı ve seküler yaşam savunucuları ısrarla laiklik talebi etrafında toplanıp güçlü bir toplumsal tepki örgütlemez ise, gerçekten de atı alan Üsküdar’ı bu sefer de geçecek ve o zaman da herkese geçmiş olsun. Sakın kimse; “bu toplum yüz yıldır demokrasiyi, laisizmi, seküler yaşamı tattı, öyle kolay kolay bunlardan vazgeçmez ve meydanı boş bırakmaz.” Sözlerine prim vermesin. İran bu sözlerin ne kadar boş olduğunun en yakın canlı kanıtı. Yani gelmekte olan felaketi önceden püskürttün püskürttün, püskürtemediysen geçmiş olsun.

 

 

(*) “Tehlikenin farkında mıyız?” ve keza “Kadın ve şeriat” başlıklı üç makaleyle bu soruna dikkat çekmiştim. O makaleleri önümüzdeki günlerde paylaşacağım.

 

(**) ( https://medyascope.tv/2025/08/03/berrin-sonmez-yazdi-ey-diyanet-fe-eyne-tezhebun/)