Halil Gündoğan
14.11.2024
Bilindiği üzere şovenizm, “özgün anlamda abartılı, saldırgan ve düşmancıl bir vatanseverlik ve ulusal üstünlük inancı” olup; “Kendinden olmayanlara karşı mutlak nefret ve kin beslemek” demektir. (https://tr.wikipedia.org)
Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılışını engelleyemeyen İttihat ve Terakki, son bir gayretle, bari “İskenderiye-Port Said hizasına kadar olan bugünkü Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak toprakları” ve keza “Adalar, Kıbrıs ve Batum”u da kapsamı içine alan ve adına “Misakk ı Milli” dedikleri bu topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türk devletini kurmayı tasarlar. Ancak 1. Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük yenilgi bu rüyayı hüsrana uğratır. Değil “Misakk ı Milli” yi kapsayan tüm alanlar, Anadolu ve Mezopotamya toprakları bile “Mondros Mütarekesi” gereğince, savaşın galibi ittifak gücü devletler tarafından işgal edilir. Bunun üzerine, Anadolu ve Mezopotamya’nın bir kısmını kurtarıp, hiç olmazsa burayı “Son Türk Devleti” nin yurdu yapabilme hedefiyle; M. Kemal başta olmak üzere bir takım İttihat ve Terakki kadrosu tarafından anti işgalci bir “Kurtuluş Savaşı” başlatılır. Ve neticede, emperyalist güçlerle varılan anlaşmalarla da kısa denilebilecek bir sürede, işgal sonlandırılır. Ardından yapılan Lozan Antlaşması ile de bugünkü resmi sınırları üzerinde bir Türk Devleti’nin kurulmasına onay verilir.
Bilindiği üzere, adına “Türkiye” denilen bu coğrafya, ulus olarak sadece Türklere ait değildi. Bu topraklar Türklerin olduğu kadar, belki de daha çok da Ermenilerin, Kürtlerin, Pontusların ve Arapların ve keza “azınlık milliyetler” statüsündeki diğer başka halkların da yurduydu. Fakat İttihat ve Terakki zihniyeti, şoven milliyetçi olduğundan; “Son Türk Devleti”ni üzerinde kurmayı tasarladığı topraklar üzerinde yaşayan diğer ulusal toplulukları bir şekilde yerinden yurdundan etmesi gerekiyordu. Bunun için izlenen strateji işgal, ilhak, katliamlar ve göçertmeler ile o toprakları tek ulusun hakimiyetine sokmaktı.
İşe, Ermenileri Anadolu ve Mezopotamya’dan temizlemekle başladılar. Ardından bu “kutsal görev”i M. Kemal ve arkadaşları devraldı. İşgal sürecinde ittifaklara ihtiyacı olduğundan; başta Kürtler olmak üzere, diğer tüm ulusal topluluklarla “Ortak Vatan Savunması” anlaşması yaptılar. Buna göre; yine başta Kürtler olmak üzere diğer ulusal topluluklara; “ortak vatan toprağında özerk statülerle var olma” sözleri verildi. Hatta bunlar “Amasya Tamimi” (22 Haziran 1919) ve “İzmit Basın Toplantısı” (16 Ocak 1923) gibi örneklerle, yazılı olarak kayıt altına da alındı. Keza 24 Temmuz 1923 gerçekleştirilen Lozan Antlaşması görüşmelerinde “Türk Heyeti”ne başkanlık yapan İnönü, toplantıya Türk ve Kürtler adına katıldığını söyler. Ve ama ne zaman ki ittifaklara artık gereksinimleri kalmamıştır, işte o süreçten itibaren, yarım kalan tek tipleştirme harekâtı, “Kurtuluş Savaşı” sürecinde verilen tüm o sözler hükümsüz kılınarak yeniden gündeme alınır. Buna tepki olarak da art arda itiraz ve isyanlar başlar: Çerkez Ethem Ayaklanması (1921), Koçgiri İsyanı (1921), Pontus Ayaklanması, Nasturi İsyanı (1924), Şeyh Sait İsyanı (1925), Şemdinli İsyanı (1925), Raçkotan ve Raman İsyanları (1925), Pervari İsyanı (1926), Koçuşağı İsyanı (1926), Hakkari İsyanı (1926), Sason İsyanları (1925-1937), Mutki İsyanları (1925-‘27), Ağrı Dağı İsyanları (1926-‘30), Oramar İsyanı (1930), Tendürek İsyanı (1929), Savur İsyanı (1930), Zeylan İsyanı (1930), Pülümür İsyanı (1930) ve ardından, yarım asırdır devam eden ve tarihe adını “29. Kürt İsyanı” olarak yazdıran günümüz isyanı…
Ve tabii ki Kemalistlerin “Tek Millet ve tek mezhep” esası üzerinden kurguladıkları bu “Üniter Devlet”in dokusuyla bağdaşmayan bir de özel bir sorunu olarak “Dersim meselesi” vardı. Osmanlıdan beri “Çıban” olarak addedilip, defalarca kez kesilip atılmak istenen bu “sorun”un da mutlak surette halledilmesi “tarihi görev”ini de yerine getirmeleri gerekiyordu.
“Dersim meselesi” ikili bir boyut taşırsa da ama Kürtlük meselesinden daha çok, Kızılbaşlık ve devam edegelen şu merkezi idareye tabii olmayıp, defakto yaşadığı özgün özerkliğiyle ayırt edici bir boyut arz eder. Bu yüzden de Kemalist İktidar bunu sıradan bir isyanın bastırılması yöntemiyle ele almayıp; “tümden etkisizleştirerek ortadan kaldırma” stratejisi uygulamıştır.
Bütün bu ulusal ve demokratik hak talepli meşru itirazlar, işte bu türden vahşi yöntemlerle bastırılıp ezilerek; kendi ulusal kimliği ile özgürce yaşam hakkının sadece Türklere, kendisini Türk ve sunni İslam kabul edenlere ve “Ne Mutlu Türküm Diyenlere” ait olduğu kanlı bir şekilde hayata geçirilir. Kürtlere karşı asimile programları tercih edilirken; Pontuslara karşı ise, tıpkı Ermenilere yaptıkları gibi, kıyımlardan geçirip, göçertme politikası tercih edildi.
İşte İttihat ve Terakki ile başlatılan bu faşizan şoven milliyetçi: “Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak ve Tek Vatan”lı, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir”, “Türküm Doğruyum Çalışkanım”, “Güneş Dil Teorisi”, “Türkiye Türklerindir” ve “Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı!” gibi, rafine ırkçı-tekçi anlayış ve zihniyet; yüz yıllarca barış içinde kardeşçe bir arada yaşayan çeşitli millet ve dinlere mensup Anadolu, Trakya ve Mezopotamya halklarını kanlı-bıçaklı, bir birlerine düşmanlaştırmış oldu.
Bu azgın şovenizm maalesef ki sadece hâkim ulus milliyetçisi ve faşist ideoloji mensubu kesimlerde taban bulmuyor. Aynı oranlarda değilse de ama kesinlikle çok güçlü bir şekilde o ulus mensubu liberal, demokrat, sosyal demokrat, hatta “sol-sosyalist” ve “komünist” etiketli kesimlerin ve keza ulusal aidiyetten çok, “ümmet kardeşliği”ni önceleyen o “dini bütünlerin” ezici çoğunluğunda da taban buluyor. Adalet ve vicdan duyguları körelmişçesine; “kardeşiz”, “herkes eşit haklara sahip”, “ayrımız gayrımız yok” diyerek güya sahiplendiği Kürtlere veya Kızılbaş Alevilere karşı yapılagelen katliam ve kıyımlar karşısında kayıtsız kalmayı yeğleyebiliyorlar. Devletin, sınırın o ya da bu tarafında, aralarında çocukların da bulunduğu sıradan sivil halktan insanlara karşı estirdiği terör, cinayet ve doğa katliamları karşısında sessiz kalmayı yeğleyebiliyorlar. “Terörle mücadele” adı altında köyler, ormanlar, ekin ve meralar yakılıyor, kimseden gık çıkmıyor. Sokakta oynayan çocuklar panzer ve diğer askeri araçlarla eziliyor yine kimsenin gıkı çıkmıyor. Binaların bodrum katına sığınan insanlar bombalanarak katlediliyor, insanlar sokak ortasında kurşunlanıyor ve bedenleri günlerce sokakta kalıyor ve ama yine kimsenin gıkı çıkmıyor. “Eşit haklara sahip kardeşiz biz” diyorlar ama kardeşim dediği kendi ana dilinde eğitim talep ettiğinde terörist olarak yaftalanıp hapse atılıyor, kendi dilinden şarkılar söylediği için katledilenler oluyor ve ama yine kimsenin gıkı çıkmıyor. Daha dün Irak-Süleymaniye’de iki kadın gazeteci ve Rojava’da sivil halktan bir anne oğul insansız silahlı hava araçlarıyla hunharca katledildi ve ama yine hiç kimsenin umurunda bile olmadı. Denilmiyor, sorgulanmıyor ve tepki konulmuyor: “Sen bu sıradan insanları ne hakla ve ne diye öldürüyorsun?” vs. vs.
Bir toplumun vicdanını körelten, onu ölümcül çürümüşlüğe sokan bu kayıtsızlık, tek tek bireyler bazında yaşanıyor olsaydı; belki de o kadar ürkütücü olmaya bilirdi. Fakat ne yazık ki bu kayıtsızlık, toplumun örgütlü kesiminin kayıtsızlığı: Partilerin, sendikaların, dernek ve diğer tüm diğer demokratik sivil toplum kuruluşlarının kayıtsızlığı! Hal böyle olunca da durum, o toplum açısından çok daha vahim oluyor.
Bakın hemen yanı başımızda İsrailli milyonlarca insan, Gazze’de kendi devletlerinin uygulamakta olduğu vahşete karşı sokak ve alanları işgal ederek karşı çıkıyor. Peki Türkiye’nin demokratları, ilericileri, sosyal demokratları, dindarları, sendikaları, dernekleri ve sol partileri nerede? Neden, en azından bunca yoksulluğun ve hayat pahalılığının birinci dereceden sebebi olan bu savaşın sonlandırılması ve adil bir barışın sağlanması için hükümete çağrı ve baskı yapmak için sokaklara çıkmıyorlar? Evet, en azından bunu olsun neden yapmıyorlar?
Yapmıyorlar; çünkü bunların hemen hemen tamamının vicdan ve iradeleri hâkim ulus şovenizmi ve sosyal şovenizm tarafından fena halde köreltilerek ipotek altına alınmış durumda. Yani bunlar hali hazırda, birilerinin çıkıp acilen devin etmesi gereken birer sosyal mevtan başka bir şey değil.
Bu tarihi görev ve sorumluluk da maalesef ki yine devrimci sol-sosyalist ve komünist dinamiklerin omuzunda. Toplumun nispeten diri ve henüz tamamen zehirlenmemiş kesimleri arasında yapacakları taban örgütlülükleriyle toplumu yavaş yavaş da olsa silkeleyip ayağa kaldırmak, yeni başlangıçları örgütleyip organize etmek dışında, bir başka sihirli çözümü de yok bu sorunun.